17 Ocak 2011 Pazartesi

Bağımsız Kürt Kadın Örgütlenmelerine Karşı Politik Hazımsızlık - Zozan Özgökçe

Qijika Reş Dergisi / Sayı:1


"Feminizm, ‘siyaset savaşını özel yaşama… cinsiyet savaşını ise kamusal alana soktu" [Janine Mossuz- Lavau]


Kürt ve politikleşmiş bir aile içinde doğan çocuklar süregelen bir mücadelenin içine doğuyor. İnkâr edilen, unutturulmaya çalışılan, ‘ne konuşursan konuş ama o dili konuşma’ denilen bir dilde konuşmak, tanımlanmayan bir topluluğa ait olmak durumu doğalında ya sessiz, itaatkâr, kaderci bir çocuk ya da isyankâr bir çocuk haline getiriyor bizi. Bir de kadınsak iki kez sessiz, itaatkâr, kaderci oluyoruz, ancak iki kez isyan edemiyoruz. Çünkü politik erk(ekler), gelişimi engellenmiş topluluğumuzda kendi mücadelesini bir geleneğe dönüştürüp bize şöyle sesleniyor: “İsyanımız Kürt olduğumuz için olmalı, Kürt kadını olduğumuz için değil. Kürt kadını olarak isyan etmek istiyorsak Kürtler adına politika üreten bir örgütte olmalıyız. Yok, öyle kendi başına bağımsız politik çalışma yapmak! Kadınlar hareketin temiz ve pak anasıdır.”
Böylelikle Kürt kadınlarının, Kürt hareketine ilk başlarda katılımı konusunda genel beklenti ‘ana’ ve ‘Kürt kadını’ kimliği ile olmaları idi. Amargi ‘Özgürlüğü Ararken’ adlı kitabında Kadın hareketinde mücadele deneyimlerine yer verdi ve Kürt Kadın Hareketinden Ayfer Ekin şöyle diyor ‘Kürt kadınının 90’lı yılların başında gerçekleştirdiği çıkışı, demokratik çözümün başlangıcı olarak nitelendiriyoruz. Kadın hareket içerisinde yer alıyordu; ama ‘geleneksel’ kadın özellikleriyle..’

 

Kürt kadınlarını birçok başkaldırı hareketinde de olduğu gibi acıları örgütlemiştir. Kürt kadınları öncelikle Kürt olduğu için örgütlendi. Ancak süreç içerisinde kadın bilinci arttı ve bir takım kadınlar siyasi çalışmayı geri planda bırakarak bağımsız kadın çalışmaları yapmaya başladı. Bağımsız çalışma yapmak demek Türkiye’deki tüm politik kesimler için kontrol edilememek ve örgütlü bir kesimin parti ideolojilerine ve uygulamalarına kayıtsız şartsız bağlı olmamak anlamına geliyor. Kürt kadınları tüm siyasi oluşumlardan bağımsız kadın çalışması yaparken gerek Türkiye’nin resmi ideolojisinin Kürtlere dayattığı tek tipleşmeye karşı çıktı gerekse Kürt siyasilerinin dayattığı tek tipleşmeye karşı çıktı. 90’lı yıllardan günümüze birçok kadın kendi iradeleri ile karar mekanizmalarında yer alarak, politik tavır göstererek, aday adayı olarak, kendi iradesini seçerek ve bunu haykırarak, eylem ve etkinliklerde kendi özgür iradesiyle bulunmuş biraz daha bireyleşmiş ve bireyleştiği oranda da özgürleştiğini duyumsamıştır. Özgürleşen kadın, kadın olarak yaşadığı ayrımcılığı fark etmiş hareket içindeki eril zihniyete karşı çıkmış ve bağımsız örgütlenme yollarına gitmiştir. Tabi bu durum kadınlar için o kadar kolay olmamıştır. Özellikle var olan yapıyı eleştiren, dönüşmesi gerektiğini, Kürt kadınlarının hak ettikleri yerde ve konumda olmadığını söyleyen Kürtlerden oluşan bağımsız kadın örgütleri Kürt siyasallarının hedefi haline gelmiştir. Bölgedeki bağımsız kadın örgütlerinin en büyük sorunu budur. Hedef haline gelmek, yok sayılmak, ‘işbirlikçi’ ‘hain’ ‘karşıt’ olarak suçlanmak, karalanmak, üyeleri ve hedef kitlelerine yönelik sözel saldırılarda bulunulması, çalışma alanlarını daraltmak için özel olarak çalışılması, haklarında sürekli dedikodu üretilmesi ve burada daha sayamayacağım pratikleri bölgedeki kadın örgütleri yaşamaktadırlar. Shahrzad Mojad ‘Kadınların özgürleştirilmesine desteğine rağmen, milliyetçilik bölgede feminist hareketlerin gelişimi için büyük bir engel teşkil etmiştir. Etnik gruplar ve her bölgedeki kadınlar arasında bir bölünme yaratmıştır. Egemen ulusların feministleri, Türkler, Araplar ve Farslar devleti ve onun resmi feminizmini destekleyerek kendi ataerkil milliyetçiliklerinin çıkarlarına hizmet etmişlerdir. Kürt feministleri de kadın hareketini Kürt milliyetçilerinin çıkarlarına teslim etmişlerdir. Kürdistan’ın tüm bölgelerinde, milli özgürlük kadınların özgürlüğünü gölgede bırakmıştır.’ sözüyle bu sorunu en net haliyle yorumlamıştır.
 
Yine Amargi’nin aynı kitabında 1998’de yayıma başlayan, 26 sayısı çıkan ve her sayısına toplatma kararı verilen ve sonunda 2000 yılında kapatılan ‘Yaşamda Özgür Kadın’ dergisi ve onun kapatılmasıyla ‘Özgür Kadının Sesi’ dergisinin ekibinden Gülşen Bozan ise ‘Evet Kürt kadınının evinden, mahallesinden, köyünden çıkıp mücadele alanına girişi, bir kadın bilinciyle gerçekleşmedi; böyle bir şey söylersek kendimizi kandırmış oluruz. 90’lı yıllarda, hareket içerisindeki, siyasal partilerde, basın yayın çalışmalarında, ciddi bir çıkış yarattı kadın. Ama, ilk etapta bir ‘kadın kimliği’ yoktu; bu daha sonra mücadele içerisinde, çözümlemelerle, tartışmalarla ve deneyimlerle gelişen bir olgudur. Bunu hiçbir zaman inkâr etmedik ve acısını da çok yaşadık. Yıllar önce beni kadın kollarına almak istediklerinde ‘ben bir kadın değilim, ben bir gencim’ demiştim. Örneğin… (….) Kürt kadını güçlendikçe, çelişki güçlendi, çatışma derinleşti aslında… Bağımsız örgütlenmeye çalıştığımızda hiçbir erkek arkadaşımızın desteğini görmedik.’ diyor. Ayrıca konuşmasının başka bir yerinde dergi çalışmaları hakkında bence şu çok önemli noktayı vurguluyor “Tahmin edebileceğiniz gibi, erkeklerden doğrudan tepkiler geldi dergi konusunda; ‘Kürtlerin dergileri, gazeteleri, televizyonları var. Partiler, Mezopotamya Kültür Merkezi (MKM), Dicle Kadın Kültür Merkezi vb. birçok örgütlenme mevcut. Ne gerek var kadın dergisine?’ dendi. Tartışmalar 4-5 yıl sürdü, çok zorlanarak geldik bu noktaya.’ demektedir.


Tabi sadece Kürt hareketi dışında bağımsız çalışmalar yapan kadınlar ile gerilim yok aynı zamanda hareket içinde de kadınlar ile bir gerilim söz konusu. Handan Çağlayan 'Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar' kitabının 'Yasal Partilerde Kadınlar ve ''Politikacı Kadın'' Kimliği' bölümünde bir kadının il örgütünü eleştiren bir kadının sözlerini bize aktarıyor : 'Eskiden onlar mitinglerde konuşuyorlardı ve kadınlar da dinleyip zılgıt çekiyor, onları alkışlıyordu. Böylesi kadınları çok takdir ediyorlardı. Oysa şimdi onları eleştiren, yönetimde söz hakkı isteyen kadınları küçümsüyorlar. Bence eski günleri özlüyorlar.’
 
İşte Feminizmin ‘özel olan politiktir’ argümanı Kürt kadınlarının yaşam alanlarına doğalında girdi. Ve feminizm; siyaset savaşını özel yaşama, cinsiyet savaşını ise Kürt kadınlarının özel mücadelesi içinde yerini açmıştır artık. Bir takım kadınlar hareket içindeki gerilimlerden kaçarak bağımsız oluşumlar kurarak, bir takım kadınlar da daha duygusal davranarak sadece politik alanda kalarak mücadeleye devam etmektedirler. Her iki durumda da kadınlara günlük yaşamda uygulanan gelenekselleşmiş pratikler ile bazen inceltilmiş bir şekilde bazen de dosdoğru saldırılar geliştiriliyor. 68’lerde feministlerin söyleminde olduğu gibi ‘güç fallusun ucundadır’. Özellikle feminist Kürt kadınları fallusun ucundaki bu gücün fallusun hangi etnik kökende olduğuna bakmaması ile acı bir şekilde yüzleşmiştir.
 
Kaynaklar:
  • Mojad Shahrzad, Devletsiz Ulusun Kadınları - Kürt Kadını Üzerine Araştırmalar, Avesta, İstanbul, 2005
  • Çağlayan Handan, Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar - Kürt Hareketinde Kadınlar ve Kadın Kimliğinin Oluşumu, İletişim, İstanbul, 2007
  • Lipovetsky, Gilles, ‘Üçüncü Kadın- Kadında Süreklilik ve Yenilik’, Varlık, İstanbul, 1998
  • Özgürlüğü Ararken, Amargi Yayınları, İstanbul, 2005




16 Ocak 2011 Pazar

Modern Devletin Sezeryan Kötü Çocuğu: ULUS - Ramazan Kaya




















Qijika Reş Dergisi Sayı:1

Milli kimlikler inşa edilmeye başlandığı 19.yüzyıldan bugüne dek insanlık tarihi üzerinde dolaşan kara bir bulut olma özelliğini sürekli korudu. Kimi toplumlarda belli modern toplumsal ilkelerin yaşam bulmasının örgütlenme harcı olduğu gibi, her türlü baskıyı, ayrımcılığı, ırkçılığı besleyen bir toplumsal patolojiye kaynaklık ettiğini söylemekte mümkün. Modern çağda tanrının boş bıraktığı iktidar koltuğuna yerleşen Ulusun, insanlık tarihinde o güne dek görülmemiş kitlesel katliamların, toplama kamplarının, zorunlu göçlerin, dünya savaşlarının baş müsebbibi olacağını belki de hiç kimse kestirememişti. Ancak toplumları üzerinde çalışılacak veya biçimlendirilecek bir nesne olarak gören modern toplum mühendisleri tüm toplumsal farkları homojenleştirecek bu kolektif kimliğe dört elle sarılacaklardı. Belli tarihsel hırslara, önyargılara, emperyal politikalara, toplumsal kurtuluş ve gelişim teorilerine meşruluk kazandıran bu uğursuz ideoloji, bugünün dünyasında bile bölgesel ve küresel çatışmaların en köklü sebebi olmayı sürdürmektedir. Ulus, bir yüzü geçmişe bir yüzü de geleceğe dönük modern çağların ölüm tanrısıdır. Ulusların, insan topluluklarını sınıflandırmanın doğal ve Tanrı vergisi bir yolu olduğu, doğuştan gelen politik bir kader olduğu iddiası bir mittir. Modern devlet veya siyasal aktörler, bazen önceden varolan kültürleri alıp milletlere çevirirken bazen de milletleri yoktan icat ederler ve genellikle varolan çoğu kültürel kimliği yok ederek veya geçmişini unutturmayı sağlayarak. Renan’ın “Bir ulusun özü, tüm bireylerin ortak pek çok şeye sahip olmaları ve aynı zamanda hepsinin pek çok şeyi unutmuş olmasıdır” derken kastettiği tamda budur. Kapitalist sanayi merkezlerine işgücü oluşturmak gerekliliğiyle kırsal köklerinden kopartılarak şehir merkezlerine taşınmış insanları kitle haline getirip, bütün yerel ve kültürel aidiyetlerini unutturarak bu insanların öncesini ve sonrasını yerel dillerin yaygınlaştırılması aracılığıyla, icat edilmiş anlatılarla homojenleştirmek Ulusu yaratmanın yapıtaşıdır. Modern tahakkümlerin, savaşların, ölüm geçitlerinin, dışlamaların ve her türlü eşitsizliklerin üstünü örten ‘Ulus’ denilen kalın çarşafın, tarihsel oluşumuna ve yarattığı yıkımlara daha yakından bakalım.



Sanayi Uygarlığının Köksüzleştirdiği Kurbanların ‘Hayali Cemaat’i

Ulus, ortak düşmanlarından başka ortak hiçbir şeyi olmayan insanların oluşturduğu ‘hayali’ bir cemaattir”

Fransız devriminin şafağına rastlayan ve 18.yüzyıl aydınlanma düşüncesiyle ivme kazanan, toplumsal uyanış ve inşa edilen daha kapsayıcı bir kolektif kimlik etrafında örgütlenme süreci merkezi imparatorlukların tarihe gömülmesiyle vücut buldu. Benedict Anderson’a göre 18. yüzyıl Batı Avrupa’sı milliyetçilik çağının şafağıdır. “18. yüzyıl yalnızca milliyetçiliğin doğum çağı değil, aynı zamanda dinsel düşünce tarzlarının da günbatımıdır”.  Ulus-devletlerin yeni ve tarihsel oldukları yaygın olarak kabul edilmekle birlikte, genellikle siyasal ifadesi olma iddiasında oldukları ulusun ezeli bir geçmişten kaynaklandığına ve daha da önemlisi, sınırsız bir geleceğe doğru kesintisizce ilerlediğine inanılır. Oysa on altıncı yüzyıldan on sekizinci yüzyıla kadar “ırk” sözcüğü “akraba”, “sülale”, “yuva”, ve “hane halkı” gibi çeşitli toplumsal kolektivite biçimleriyle yakın anlamlı gibi okunmuştur. On sekizinci yüzyıldan itibaren ”ırk” ve “ulus” birbirlerinin yerine konulabilir terimler olarak kullanıldı. Böylelikle “ırk” bir “hayali cemaat”in işaretleyicisi haline geldi. Toplumlar tarihin bir noktasında durduk yere ‘ulus’ olduklarını keşfetmediler elbette, onlara artık ‘ulus’ oldukları söylendi. Dil, sembol, söylem dayatmalarıyla bu ‘hayali cemaatler’ “reel cemaatlerin” tek tipleştirilmesini, bastırılmasını ve bertaraf edilmesini de beraberinde getirdi. Bayrak, vatan, gibi semboller ise bu birlikteliği sağlayan ‘totemler’ olarak işlev gördü. Bugün etnisite ile ifade edilen kültürel farklılıkların toplumsal örgütlenişiyse bunun dünyanın birçok yerinde kapitalizm ile birlikte ortaya çıktığını söylemek mümkün. Çağdaş etnisite geçmişin bir kalıntısı değil, bugüne dek süregelmiş modernleşme sürecinin bir ürünüdür. Eskiden toplumsal sistemin geçerli sınırları köyün de sınırlarını teşkil ederken, bu noktadan sonra fiziki olmayan bir sınıra dönüştü ki bu sınırlar ikamet ettikleri yer, akrabalık sistemleri ve gelenekler yerine, başkalarının sınıflandırmasına dayanan bir sınırdı. Etnik kimliklerin, grupların ve ortak kültür ve tarih inancının birer icat olduğu sürekli tekrarlanmıştır. İster tarihi koşullarca yaratılmış olsunlar, ister stratejik aktörlerce ya da siyasi projelerin önceden hedeflenmemiş sonuçları olarak ortaya çıksınlar, ortak kültür varsayımına dayalı etnik kimlikler “tarihin kazaları” veya bundan biraz daha fazlası olarak ortaya çıkmışlardır. Hem uluslar hem de ırklar, birlikte yaşayan insanları birbirine bağlayan ve onları başkalarından ayıran cemaatler olarak tahayyül edilir. Her iki cemaat de tüm sınıfların ve toplumsal cinsiyetlerin mensuplarına seslenir (ama bu, tüm sınıfların ve toplumsal cinsiyetlerin bu cemaatler içerisinde eşit düzeyde temsil edildikleri anlamına gelmez). “Her ulusta fiilen geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun, ulus daima derin ve yatay bir yoldaşlık olarak tasarlanır”. Modern bir kurgu olan ulus, sınırları belli bir toprak parçası üzerinde, ortak bir dil, tarih, kültür temelinde inşa edilerek, modern devlet hiyerarşisi içinde tarihsel meşruluk zeminine kavuştu. Üniter devletlerin kurucu ideolojileri bu ortak tarihsel referanslar üzerinden bir toplumsal yapı inşaasına yönelirken, inşa edilen her kurmaca kimlik gibi ulusal kimlikte belli kültürlerin dışlanması ve ‘öteki’leştirilmesi ekseninde gerçekleşmiştir. Çünkü toplumsal karşıtlıklardan beslenen bütün kolektif kimlikler, içerme ve dışlama stratejilerinin eş zamanlı işleyişiyle hayali sınırlarını perçinler, her kimlik ‘öteki’ni referans alma ya da ‘öteki’ne göre tanımlanmayla kurulur yani kimliğin keşfi bir nevi ‘ben’ ve ‘öteki’nin farkına varmaktır.

Ulusun oluşumunda geçmişin kullanımı ve “geleneğin icadı” önemli bir rol oynar. Derrida’nın tabiriyle “hiçbir zaman mevcut olmamış ve hiçbir zaman olmayacak bir geçmiş”in küllerinden doğma gayretkeşliği. Bütün ulusal kimliklerin ayırt edici niteliği, kendilerini öncesiz ve sonrasız kimliklermiş şeklinde sunmalarıdır. Ünlü Marksist tarihçi Eric Hobsbawm ulusların tarihle kurdukları ilişkiyi “Çağdaş milliyetler yeni olduklarını değil, aksine köklerinin en uzak çağlarda bulunduğunu ve inşa edilmiş değil, kendi kendini onaylama dışında başka hiçbir belirlemeye gerek duymayacak kadar “doğal” insan toplulukları olduklarını iddia ediyorlar” şeklinde özetler. ” Geçmişi işlevselleştirerek siyasallaştırmak ve güncel siyasetleri tarihselleştirerek meşrulaştırmak, bütün ulusal söylemlerin ortak özelliğidir”.Ulusların tarihi bugüne dek bize hep, bu tarihlere bir öznenin sürekliliğini atfeden bir anlatı şeklinde sunulmuştur. Bu tür bir temsil kuşkusuz geçmişle yanılsamalı bir ilişkinin kaçınılmaz sonucudur. Ulusal süreklilik ve kökler miti, ulusal oluşumların hayali tekilliklerinin, bugünden geçmişe giderek, gündelik olarak kurulduğu fiili bir ideolojik biçimdir. Oysa yüzyıllık bir geçmişi olan ulusal proje; “sabit bir toprak üzerinde, yaklaşık olarak tek anlamlı bir adlandırma altında, yüzyıllardır birbirini izleyen kuşakların birbirine değişmez bir töz ilettiklerine inanmaya” dayandırılarak oluşturulmuştur. Tarihin bir mit olarak tanımı, siyasi ya da başka nedenlerle tarihin manipülasyonu, seçimi ya da yeniden yorumlanması etnik bağlılığın yaratılmasında ve yeniden yaratılmasında önemli bir faaliyete dönüşür. “Ulusun kültleri arasında “atalar” en meşru kültü oluşturur çünkü bizi bugüne getiren o atalardır”. Görkemli bir geçmiş, şanlı kahramanlar ve kederli anılar, ulusun kendini dayandırdığı en önemli tarihsel sermayedir. “Ulusal anılar söz konusu olduğunda kederler zaferlerden daha önemlidir çünkü insanlara ödev yükleyen ve ortaklaşa bir çaba göstermelerini gerektiren bu kederlerdir”. Bir toplumsal oluşumun kendini ulus olarak yeniden üretebilmesi, birazda bireyin doğumundan ölümüne dek bir gündelik pratikler ve iktidarın eğitim ve disipline edici aygıtları ağıyla kurulabilmesiyle mümkündür.

Ulusal devletin tarih sahnesindeki yerinin hazırlanmasında iktisadi gelişim dinamiklerinin, iktidar bloğu adına geniş katılımlı bir siyasal ve iktisadi organizasyonu gerekli kılması da tayin edici bir rol oynamıştır. Ticaret burjuvasizi feodalizmin kapalı ekonomisinden sanayi kapitalizmi ekonomisine geçişte, sınırları çizilmiş bir toprak parçası üzerinde merkezi bir pazar çerçevesinde iktisadi ilişki birliğine yönelmiş, bölgesel farklılıkları aşarak tek bir ulus çatısı ve değerleri doğrultusunda insan topluluklarını merkezi ulus devlet bünyesinde örgütlemiştir. Burjuva sınıfı, geleneksel devlete karşı tavır aldığında, devletin karşısına ulusal topluluğu koydu. Devleti fethettiğinde, bu ele geçiriş, ulusal topluluğun devletle özdeşleştirilmesi, yani devletin milli topluluğa karşılık gelmesi gerekliliği sonucuna ulaştı. “Modern ulus ve devletleri kapitalizmin şafağında doğmuştur” sözü bu tarihsel gelişim evresini özetler. Avrupa da başlangıçta okuryazar orta sınıfların ve entelijansiyanın oynadığı merkezi rolden ötürü, milliyetçilik her şeyi kapsayacak şekilde, halk tabanı olacak ve dilsel özdeşleşmelere yaslanacak şekilde ortaya çıktı. Böyle bir milliyetçilik, demokratik bir retoriğe başvurdu, serfliğe ya da yasal köleliğe karşı çıkan bir söylem geliştirdi. Ama daha sonraları, Avrupa’daki egemen hanedanlar tarafından sahiplenildi. Halka dayalı ulusal hareketlere ve eğilimlere bir yanıt olarak, bu hanedanlılar ve aristokratlar “ulusal cerze”de boy gösterdiler yani yönettikleri halkla yeni özdeşlikler geliştirmeye çalıştılar. Bu yeni özdeşlikler pek narin olsalar da “ulusun kısa, gergin derisini devasa imparatorluğun gövdesini kaplayacak şekilde esnetme”nin aracı olarak iş gördü. Benedict Anderson’a göre feodal hiyerarşiler ulusal ya da dilsel sınırları çapraz kesen bağların varlığına izin vermiştir. Burjuvazi daha kısıtlı bir coğrafya üzerinde sınıf çizgileri doğrultusunda paylaşılan çıkarları biçimlendirmiş ve böylece birbirlerinin yüzünü asla görmemiş olan ve ille ortak ilgiler ya da görünüşler sergilemek zorunda olmayan insanlar arasında bir cemaat yaratmıştır. Böyle bir ortak kültür, ilgiler ve sözcük dağarları yaratmanın vasıtaları da gazeteler, romanlar ve öbür yeni iletişim biçimleriydi. Bizzat bu iletişim biçimlerini olanaklı kılan, belli bir takım bölgesel dilleri budayıp bazılarını da değişikliğe uğratan ve böylelikle çeşitli insan gruplarına erişmek için kullanılabilecek belli birtakım standartlaştırılmış diller yaratan “matbaa kapitalizmi”ydi. Nitekim “insan dilinin kaçınılmaz çeşitliliği üzerinde kapitalizm ile matbaa – kapitalizminin yöndeşerek buluşması, temel morfolojisi bakımından modern ulusun çıkacağı sahneyi kuran yeni bir hayali cemaat biçiminin olanaklılığını sağladı”. Yani ulus, üyeleri birbiriyle tanışmayan, akrabalık, ortak köken, ortak çıkarlar ağı veya ortak dini inançla belirlenmeyen bir cemaate ait olma bilinci ve duygusuna işaret eder. “Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur. Hayal edilmiştir, çünkü en küçük ulusun üyeleri bile diğer üyeleri tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğu hakkında hiçbir şey işitmeyecektir ama yine de her birinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam eder”. Anderson’a göre ulus ayrıca sınırlı olarak hayal edilir, çünkü hiçbir ulusun mensupları kendilerini insanlığın tümü ile özdeşleştirerek hayal etmez. Anderson, Ulusu yaratanın dil değil, elyazmasından basılı söze, basılı dile geçiş olduğunu ısrarla vurgular. Başka hiçbir şey, birbirleriyle ilişkili halk dillerinin derlenmesine, dilbilim ve sözdizimin dayattığı sınırlar içinde, matbaa yoluyla çoğaltılabilen ve piyasa aracılığıyla yaygınlaştırılmaya elverişli yayın dilleri yaratan kapitalizm kadar büyük bir katkıda bulunmazdı. Bilgi ve sunumun standartlaştırılmasını mümkün kılan iletişim teknolojisi, kapitalist yayıncılığı geliştirerek “sayıları hızla artmakta olan insanların kendileri üstüne düşünmelerine ve kendilerini başka insanlarla çok kökten bir anlamda yeni tarzlarda ilişkilendirmelerine imkân tanıdı”. Gazeteler, televizyon ve radyo çeşitli sunumlar ve dilin standartlaştırılmasında kritik bir rol oynamıştır ve halada oynamaktadır. Bu araçlar aynı zamanda milliyetçi duyguların çoğaltılması ve güçlendirilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Hegel, gazetelerin modern insan için sabah dualarının yerini tuttuğunu söylemişti. Ulus kimliğinin daha kapsayıcı bir kimliğe dönüşmesinde ulaşım teknolojilerinin de hatırı sayılır bir rolü olmuştur.  Modern ulaşım teknolojileri insanların daha geniş sosyal düzlemlere entegre olmalarını kolaylaştırarak, insan ve mal akışını arttırmaktadır. İnsanların ulus devletlere entegrasyonu için koşullar yaratır ve bu yolla insanların ulusun bir üyesi olduklarını hissettirme bilinci düzeyinde önemli dolaylı etkileri olabilir. Ulusal kimliği somutlaştıran metaforlardan biride haritalardır. Haritalar her ne kadar milliyetçilikten önce var olsalar da, ulusun oldukça özlü ve etkili bir sembolü halinde yeniden düzenlenmiştir. Dünyanın dört bir köşesindeki sınıflarda bulunan ülke haritaları, eşzamanlı olarak ulusu sınırlandırılmış, gözlemlenebilir bir şey ve fiziki gerçekliği olan bir olgunun bir soyutlaması olarak göstermiştir. Anderson, hayali cemaatlerin politik cemaatler olduklarının altını çizer ve dahası, onların biçimlenmesini basılı dilin zihniyet dünyalarında, kültürde ve iletişim ağlarında ortaya çıkardığı değişimin bağlamına yerleştirir. Anderson, basılı dilin ulusun şekillenmesinde oynadığı merkezi rolün önemini ısrarla vurgulamasına karşın, bu dilin yeniden üretiminde ulus-devletin oynadığı merkezi rolü derinlemesine irdelemez.

Ulusal kültürü karakterize eden önemli sacayaklarından biride aynı ulusa mensup bireylerin yurttaşlık kimliği üzerinden devletle kurdukları özdeşliktir, devletin kurumsal yapılarını içselleştirerek, devletin kurucu ideolojisinin kapsamadığı farklı kimlikler ve kültürlerle olan sınır çizgileri keskinleştirilir. Bu kendisini daha baştan devlet kurumunun içinde bulan, diğer devletler karşısında bu devleti “kendisinin” diye kabul eden ve özelliklede siyasal mücadeleleri onun ufkunda gören, örneğin toplumsal devrim ve reform özlemlerini, kendi ulusal “devletinin” dönüşüm projeleri şeklinde formüle eden ulusal bir cemaatin tahayyülüdür. “Ulusal devlet, ulusu ya zaten var olan, fakat işleyişini ve anlamını devralıp değiştirdiği kurumlar yoluyla ya da kendisinin yarattığı kurumlar yoluyla inşa eder. Bu süreç içinde bireyler, ulusal bireyler olarak oluşturulur. İnsanlar bir ulusun üyeleri olarak doğmazlar, sınırın bilicine varılması ve farklılığın düzenlenmesi yoluyla ulusal karakteri kazanırlar”. Katherine Verdery milliyetin oluşumunu, farkın ve sınırın bilincine varılması ve düzenlenmesini, ulus devletin yaratılması süreciyle ilişkilendiriyor. Söz konusu olan, etnik bilincin ulusal bilince dönüşmesi değil, fakat ulusal bilincin devlet tarafından farklılığın düzenlenmesi, sınırla yüzleşme ve kimlik kavramıyla sabitleştirilmesi yoluyla üretimidir. Ulusal özneyi merkezi ve evrensel bir norm içine yerleştirerek farklı olanı dıştalayan ulusal söylem, bireyi sabit bir kimlik ve anlam dünyasına hapsederek iktidarın ürettiği verili tercihlerin ve kategorilerin işlemesinin harcını oluşturmuştur. İnsan topluluklarının üstündeki ulusal tahakküm sermayenin egemenliğini sürdürebilmesi ile doğrudan ilintilidir, çünkü modern devlet veya ulus-devlet kapitalizmin işleyişinin normu olmuştur. Ulus-devlet bir yandan insanları toplumsal niteliklerinden ayırıp soyut bireyler haline getirirken diğer yandan da onları devlet erkinde temsil olunan bir ulus olarak bütünleştirir. Modern dünyanın tarihine sistematik bir bakış, bu konudaki yaygın mitin tersine, devletin hemen hemen her örnekte ulustan sonra değil, önce geldiğini gösterir. Nikos Poulantzas’a göre ulus, kapitalist devletin ürettiği bir üründür. “Kapitalist devlet ulusal bütünlüğü sağlamakla sınırlı kalmaz; kendisi bu bütünlüğü inşa ederken yani modern anlamıyla ulusu kurarken oluşur. Kapitalist devlet içindekileri, yani halk-ulusu oluştururken sınırlarını ortaya koyar; zira bu sınırların içinde kalanların öncesini ve sonrasını homojenleştirir”. Modern toplum modeli homojenlik üzerine oturuyordu ve toplum bir analiz ünitesi olarak görülüyordu. Modern - öncesi toplumlarda teolojik referanslarla veya mensubu olduğu cemaatle (hanedan) olan aidiyet ilişkisiyle kendini tanımlayan bireyin bilinci, ulusal kimliği oluşturan bileşenlerle yer değiştirmiş ve bu minvalde bütünlüklü bir modern toplum oluşturma tasarısının taşıyıcı öznesi, iktidar dizgesi doğrultusunda kurulmuştur. Sonuç olarak, inşa edilmiş de olsalar, kendi kendini tayin etmiş ya da öteki tarafından belirlenmiş hayali cemaatler de olsalar, uluslar gerçeğe dönüştüler. İki yüzyıllık uluslaştırma, ulus bilincini yarattı.



Ulusların Kurtuluş Kapanı: Ulus-Devlet ve Milliyetçilik

“Devleti ele geçirirsen, o senindir, sende onunsundur ve artık sen yoksundur” [Alfred Döblin]

Ulus - devlet kısaca ulusunu yaratmış devlet demektir. Ulus ve devlet olgularının iç içe geçtiği modern toplumlarda, ulusal kimliği devlete olan bağlılıktan ayrı bir şekilde tahayyül etmek pek de mümkün değildir. Ulus devleti modern toplumsal dönüşümlerin tarihsel öznesi olarak görmek, aydınlanma düşüncesini referans alan bütün ideolojilerin ortak kabulüdür. Aydınlanma felsefesinin en radikal çocuklarından biri olan Marx bile, modern ulus devletin, kapitalist üretim ilişkilerini geliştirerek feodal kalıntıları tasfiye etmesiyle doğacak proleterya sınıfının geleceğin toplumunu yaratma hedefine yaklaştırdığını öngörüyordu. Ulus devlet kapitalist pazar ilişkilerinin hazırlayıcı faili olarak olumlanarak, “ulusların kaderini tayin etme” ilkesi ulusal ölçekte bir pazarın oluşmasıyla feodal kalıntıların tasfiyesinin sınıfsal çelişkileri belirginleştirerek sosyalist topluma giden yolu açacağı düsturuna adeta iman edilmişti. Proudhon gibi kapitalizmin yayılmasını ve endüstri öncesi köylülük ve zanaatçılığın proleterleşmesini bir hastalık olarak düşünen anarşist teorisyenlerin tersine, Marks ve Engels pazar ekonomilerinin yeşerdiği büyük, merkezileşmiş ulus-devletleri büyük bir şevkle karşıladılar. Bunları yalnızca ekonomik gelişmeyi sağlayan desidereta [arzulanması zorunlu olan şeyler] olarak değil, kapitalizmi destekleyen, sosyalizmin önkoşullarının yaratılmasında mutlaka olması gereken oluşumlar olarak gördüler”  Marksizmin, modern ilerleme mitine iman etmesinin, sömürgeciliğe bakışındaki körlüğü nasıl beslediğini, radikal eleştirilerin her zaman irdelediği temel gündemlerden biri olmuştur. Hatta Robert Young’ın daha da ileri giderek Marksizmi Batı sömürgeciliğini meşrulaştıran “beyaz mitolojiler” den biri olarak görmüştür. ”Marksizmin, rasyonel bir dünya tarihi sisteminin açılımı doğrultusundaki evrenselleştirici anlatısı Avrupa emperyalizmi tarihinin negatif bir biçiminden başka bir şey değildir. Sonuçta Afrika’nın tarihinin olmadığını ilan eden Hegel ve İngiliz emperyalizmini eleştirse bile, İngiliz sömürgesi oluşunun nihayetinde Hindistan için en iyisi olduğunu, çünkü İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan’a Batı tarihinin evrimsel anlatısını getirdiğini söyleyen de Marx’tı”.

Ulus-devletler yalnızca ulusal ve kültürel özlemleri hayata geçirmenin masum kolektif birimleri değildi, onları kurmanın anlamı, özellikle militarist aygıtlarla organize edilmiş bir toplumsal şiddet tekelini kullanan merkezileşmiş, hiyerarşik yapılarla varlığını koruyan mutlak bir güç oluşturmaktı. Bir şiddet örgütlenmesi olarak devlet, politik ve ekonomik eşitsizlikleri ortak düşman veya dış tehdit duygusunu sürekli canlı tutarak, sahte siyasal birliklerle meşrulaştırır. Ulus –devlet, diğer pek çok siyasi sistemin aksine, siyasi sınırların kültürel sınırlarla örtüşmesi gerektiğini varsayan bir ideolojiye yaslanır. Dahası ulus-devlet, şiddet ve vergilendirmenin meşrulaştırıcı kullanımının tekeline de sahiptir. Max Weber’e göre “Modern devlet, bütün siyasal birlikler gibi, sosyolojik olarak ancak kendine özgü somut araçları açısından tanımlanabilir: o da fiziksel güç ve şiddet kullanımıdır.” Buna göre modern devlet, “belli bir arazi içinde fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde bulunduran insan topluluğu”nu ifade eder. Ayrıca devlet, bir politik toplum biçimi olarak aidiyet kuralları yaratır ve yurttaşlık ödevleriyle gereksindiği birey tipini şekillendirerek kurumsal işleyişine tabi kılar. “Bir aidiyet örgütlenmesi olarak devlet, yurttaşlarına doğumla birlikte belli bir kişilik atfeder. Kişilerin çok büyük bir çoğunluğu yurttaşlıklarını bu yolla kazanırlar. Liberal politik teori ne kadar politik yükümlülüğü bireylerin gönüllü rızasına dayandırmaya çalışırsa çalışsın, devlet bir gönüllü birlik değildir ve olamaz. Kişilerin büyük bir çoğunluğu açısından, yurttaşlık dayatılmış, yazılmış bir statüden başka bir şey değildir”. Belli yerleşim sahalarında kendi etkinliklerinin efendisi olan birey, vergi ödeyen, askere gitmek zorunda olan ve devlettin sınırlarını çizdiği ulusal pazarda “hizmet” alan ve hizmet sunan isimsiz kalabalıkların oluşturduğu bir kitleye dönüşür. Toplumun organik bir kitle olarak algılandığı, devlete karşı görev ve sorumluluk temelinde kurgulanan bir vatandaşlık anlayışıyla toplumsal radikalizm törpülenir ve bireyin sahip olduğu haklar alanı da gittikçe daraltılır. “Kutsal vatandaşlık” görevleri, kimliğin haklı ve hiçbir zaman bitmeyecek davası uğruna ödediğimiz modern kölelik diyetleridir. Giorgio Agambene göre de dışlama, ülke kavramının yapıtaşıdır. Sınırları belirler. Etnik temizlik, idealleştirilmiş yurttaşlık kavramının veya modernizmin dikensiz gül bahçesi yaratma çabasının meyvesi veya nihai çözümüdür.

Milliyetçilik teorisi Marksizm’in büyük tarihsel başarısızlığını temsil ediyor. Eric Hobsbawm’a göre “Marksist hareket ve devletler yalnızca biçimleri bakımından milli olmakla kalmadılar, özlerinde de öyle, yani milliyetçi oldular. Bu eğilimin sürmeyeceğini düşündürecek hiçbir işaret yok”. Bunca zamandır kehaneti yapılan “milliyetçilik çağının sonu” görünürde olmaktan çok uzak. Hatta ulusallık çağımızın politik hayatının en evrensel biçimde meşru kabul edilen değeridir diyebiliriz. Milliyetçilik her zaman insanı insandan ayıran bir hastalık olarak devletin varlığına da muhtaçtır. “Milliyetçilik modern kalkınma tarihinin patolojisidir, tıpkı bireylerdeki nevroz gibi oda kaçınılmazdır. Köklerini, toplumlar için çocuksuluğun dengi olan ve dünyanın büyük bir kısmına dayatılan çaresizliğin iklimlerinde bulur ve tıpkı nevroz gibi oda asli bir muğlâklıkla yüklüdür, içinde şizofreniye doğru benzer bir ağırlaşma eğilimi barındırır ve tedavisi büyük ölçüde imkânsızdır”. Modern ulus, kan ilişkilerinin biyolojik bir sürekliliğini, toprağın uzamsal sürekliliğini ve dilsel ortaklığını esas alan kültürel bir birliktelik tanımına oturtulmuş ve tutkal olarak da, devlet, milliyetçiliği kullanmıştır. Ortaklıklar yaratarak varolan toplumsal heterojenliği kültürel ve ekonomik bir hiyerarşi içine koyarak homojenleştiren ve kendi halkını yaratan bir ulus-devletin kurulumu, modern ulus-devlet egemenliğinin ana karakteridir. Milliyetçilik devlet kavramının yarattığı bir suni ortaklık olarak ulus-devletler için vazgeçilmez bir afyon olmuştur her zaman. Ulusun kuruluşunda iktidarın asıl başarısı, bütün nüfusun hegemonik bir grup, ırk ya da sınıf tarafından temsili yoluyla iç farklılıkları silme başarısıdır. İşte bunun ideolojik temellerinden biri de milliyetçiliktir. Ernest Gellner’e göre milliyetçilik ulusların kendi bilincine varması değildir. Aksine milliyetçilik, ulusları var olmadıkları durumlarda kendisi yaratır. Hem Gelner hem Anderson her ne kadar milletler kendilerini çok eski olarak hayal etme eğilimine sahip olsalar da, onların aslında modern olduklarını vurgulamışlardır. Genellikle gelenekçi bir ideoloji olan milliyetçilik, ulusun üyelerinin atalarınca paylaşılan görünüşte eski bir geleneği yüceltir ve yeniden tanımlar ama bu yolla geleneği yeniden yaratmaz. Ernest Gellner, milliyetçi ideolojinin sanayileşme ve insanların yerel topluluklarından uzaklaşmasına bir tepki olarak ortaya çıktığını iddia etmiştir. Sanayileşme büyük bir coğrafi hareketliliği gerektirmekteydi ve çok sayıda insan aynı ekonomik-siyasi sistemin katılımcıları haline geldiler. Akrabalık ideolojisi, feodalizm ve din artık insanları etkin bir biçimde örgütleyemiyordu. Sanayileşme aynı zamanda becerilerin standartlaştırılması ihtiyacını getiriyordu bu “kültürel homojenleşme“ olarak ta açıklanabilecek bir süreçti. Bu homojenleştirici süreçte kitlesel eğitimde önemli bir işlev görür. Ülkenin dört bir yanında milli bilinci geliştirerek, “köylüleri birer Fransıza“ dönüştürür. Milliyetçiliğin bir karakteri olan bu kentli - köylü dayanışması Gellner’in de belirtmiş olduğu gibi siyasi bir yenilik idi. Milliyetçilik çağından evvel, yönetici sınıflar genellikle kozmopolit bir yapıya sahiptiler. Anderson, 11.yüzyılın ortalarından Birinci Dünya Savaşına dek hiçbir ’İngiliz’ hanedanlığının İngiltere’yi yönetmediğini yazar. Dahası aristokrasinin köylüler ile aynı kültüre sahip olduğu fikri de milliyetçilikten önce, aristokratlar için tiksindirici, köylüler içinse akıl almaz görünmüş olmalıdır. Milliyetçilik zengin ile fakir, mülksüz ile kapitalist arasındaki dayanışmayı vurgular. Milliyetçi ideolojiye göre, siyasi dışlama ve dâhil etmenin tek ilkesi ulusun sınırlarını takip eder. Bu tarihsel bağlamda, sosyal sistemlere devasa bir düzlemde katılan bireyler arasında sadakat ve uyum yaratabilecek yeni bir ideolojiye ihtiyaç duyulur. Milliyetçilik bu ihtiyaçları giderebiliyordu, ortak siyasi bir kültüre dayalı hayali bir topluluğun mevcudiyetini varsayıyordu ve bunu, insanların sadakat ve bağlılığının, akraba gruplarının ya da köylerinin üyelerindense, devlet ve yasal sistemle yönetilmeleri gereken, devlet sisteminin içine yerleştiriyordu. Bu yolla milliyetçi ideoloji devlet için işlevseldir. Milliyetçilik hangi ihtiyacın bir ürünü olarak kitlelerde karşılık buldu? Sorusuna verilecek yanıt şu olabilir: “Milliyetçilik yaşam alanlarının bölündüğü ve insanların kökenlerinden koptuğu bir zamanda güvenlik ve gözle görülür bir istikrar vaat eder. Milliyetçi ideolojinin önemli bir amacı geçmişe yönelik bir bütünlük ve süreklilik duygusunu yeniden yaratmaktır; bu uzaklaşmanın sınırlarını aşmak ya da modernliğin getirdiği birey ile toplum arasındaki boşluğu kapatmak“. Baskın milliyetçi söylemlerden biride, bir ulusun üyelerinin büyük bir aile oluşturduğu söylemidir. Milliyetçilik, geniş tabanlı modern topluma uydurulmuş bir akrabalık ideolojisi olarak gösterilir. Devlet baba zaman zaman bu ailenin asi çocuklarını elbette cezalandırmaktan geri durmayacaktır. Bu büyük aile topluluğu, tehditlerle ve düşmanlıklarla kuşatılmış bir dünyada, kökenler ve kültürel süreklilik kaygısı üzerinden hayatta kalabilmek için tüm aile üyelerinin iç farklılıkları ve sürtüşmeleri unutarak veya erteleyerek kenetlenmesi gerekiyor. Milliyetçilik kültürü, aynı zamanda insanların kendi kültürlerinden sanki değişmez bir şeymiş gibi bahsetmelerini temin edecek biçimde somutlaştırır. Richard Handler’in yerinde ifadesi ile “milliyetçi söylemler sınırlandırılmış kültürel nesneler inşa etme girişimleridir” Her ulusal kimlik, dış tehdit algısının topluma nüfuz etmesini sağlamanın yolunun, kitlesel eğitimden geçtiğini iyi bilir. “Birçok milliyetçi mite göre, ulus düşmanlarıyla savaşması gereken bir ayinsel geçitten doğar veya ortaya çıkar, başkası ya da düşmanda oradadır. Bu mit, güç kullanımı için bir nedenselleştirme olarak ta hizmet eder“. Ölüm de milliyetçi sembolizmde önemli bir yer tutar. Savaşta ölen bireyler uluslarını savunurken ölen şehitler olarak betimlenirler. Ulus kişinin uğrunda ölmeye hazır olduğu bir topluluk olması, ulusun, bir kutsal topluluk olarak betimlenme gücüne, sıra dışı erkini işaret eder. Anderson’un, ulus-devletin ahlaki bütünlüğünün soyut karakterini sembolize eden “meçhul asker anıtı“ örneği çarpıcı bir betimlemedir. Genellikle bu mezarlar boş bırakılır çünkü bu mezarlar ulusun evrensel, soyut karakterini temsil eder. “Bu mezarlar tanımlanabilir fani kalıntılar ya da ölümsüz ruhlar ile doldurulmasalar bile, hayali ulusal düşler ile doyurulurlar“. Ulusal kurtuluş mücadelesini, devlet iktidarı aracılığıyla bir toplumsal kurtuluş mücadelesine dönüştürme hayali, devletin sürekli kazandığı bir kâbusa dönüşmüştür. Bir ulusun kaderini tayin etme hakkı, ulusun mülksüz sınıfları üzerindeki devlet ve sermaye erkinin sınırsız kullanım hakkına sahip olmasıyla sonuçlanmıştır. Sömürgeci güçlerin sömürge toplumları üzerinde yarattığı tahribatlar, devlet makinesinin yabancılaştırıcı gücünün ezilenlerin eline geçmesiyle, tahakkümün bütün tortullarını yeniden ürettikleri ayrıca mutlaklaştırılan nefretleriyle, alt-faşizmleri besleyen kültürel, dinsel, etnik köken ve yabancı düşmanlığı ile güçlendirdikleri tarihsel deneyimlerle sabittir.  



Hayali Bile Sömürgeleştirilmiş, Efendisinin Taklitçisi Türev Uluslar

“Hükmedilenlerin akılsallığı daima, hükmedenlerin silahıdır” [Zygmunt Baumann]

Lenin’in, kapitalizmin kaçınılmaz bir aşaması olarak sömürgeciliği göstermesi, dünya çapında radikal siyasetin merkezine yıllarca sömürgeciliğin oturtulmasında çok önemli bir rol oynamıştır. 1945 – 1970 yılları arası sömürge topraklarda baş gösteren anti-emperyalist mücadele pratikleri, emperyalist hegemonyayı zayıflatma stratejisi olarak bağımsızlık ve sömürgecilikten kurtulma yanlısı hareketlerin ulusal devletini kurma amacını meşrulaştıran dayanaklar yaratmaktaydı. Anti sömürgeci mücadeleler kendi tarihsel anlamını, ideolojik argümanlarını Leninist teoriden devşirmekteydi. Ancak ana-akım Marksizm bir yandan baskı ve sömürüden ötürü sömürgeciliği kınarken bir yandan da ulusları “ölümün pençesinde yeşerten” ilerlemeci bir rolü olduğunu kabullenerek Marks’ın aydınlanmacı ruhuna sadık kalmaya çalışmaktaydı. Üçüncü dünya Marksistleri de yıllarca bu ideolojik kararsızlığı paylaştılar. Her modern ulus, bir anlamda sömürgeleştirmenin bir ürünüdür, aşağı yukarı daima ya sömürgeci ya sömürge, bazen de ikisi birden etkili olmuştur. Modern sömürgecilik sadece baskıyı katlanılmaz kılan bir rejim olarak kalmayıp kendisine yönelik öfkeden beslenen kimliğe sarılma arzularını teşvik eden ulusal ideolojiyi de beraberinde getirdi. Yani kolonyal rejimler etnik ve kültürel kimlikleri hem sakatlamış hem de yaratmıştır. Sömürgeci hâkim öznenin sömürgelerdeki varlığını meşrulaştırmak ve kendini tarihin ulaşılması gereken ideal öznesi olarak konumlandırması için; geri, barbar ve medenileştirilmesi gereken bir ilkel “öteki”ye ihtiyacı vardı. Bu “öteki” kuşkusuz sömürgelerdeki yerli halklar olacaktı. Batı ulusalcılığı önemli oranda, Asyalı ve Afrikalı renkli tebaayı batılı beyaz efendinin tersi, zıddı ve korku kaynağı olarak kodlayan oryantalist fantezilerle belirlenmiş bir cemaattir. “Kolonyalizmin en çarpıcı çelişkilerinden biri, hem kendi “ötekileri”ni “medenileştirmeye” hem de onları kalıcı bir “ötekilik” konumuna mıhlayıp sabitleştirmeye ihtiyaç duymasıdır”. Anti-sömürgeciliğin peygamberi olarak görülen Frantz Fanon, kolonileştirilmiş halkları yalnızca emekleri başkaları tarafından temellük edilen insanlar olarak değil, “kendi yerel kültürel özgünlüklerinin katledilmesi ve gömülmesiyle ruhlarında bir aşağılık kompleksi yaratılmış olan insanlar” olarak tanımlar. Fanon’a göre, kolonileştirilmiş özne, arzulanması öğretilen beyazlığa asla erişemeyeceğini ya da değersizleştirmeyi öğrendiği siyahlıktan asla kurtulamayacağını anladığında psişik travma ortaya çıkar.  Sonuç itibariyle algılanan veya kurulmuş ırk farklılıkları, kolonyalist veya ırkçı rejimler ve ideolojiler tarafından derin eşitsizliklere dönüştürülmüştü. Bu durumda özgürlük, sömürgeciliğin küçük düşürdüğü ve kepaze ettiği kültürel kimliklerin keşfine bağlıydı. Ulus fikri, çok kapsamlı bir çeşitlilik sergileyen bağlamlarda, anti-kolonyal direnişlere ve rejimlere motivasyon ve mobilizasyon açısından güçlü bir araç oldu. Anti-kolonyal özgürlük mücadelesi, “ortak bir tarihe ve atalara sahip bir halkın ortaklaşa barındırdığı bir tür kolektif  “hakiki benlik” arayışı” olarak vücut ve anlam buldu. Fanon’un sözcükleriyle, “varlığı hem kendi nezdimizde hem de başkalarının nezdinde itibarımızı iade eden bir “görkemli çağ” arayışı olarak tanımlanmıştı.

Post-kolonyal çalışmalar, ulusu, hâkim bir öznenin özerk oluşumu olarak gören yaklaşımlara radikal eleştiriler yönelttiler. Partha Chatterjee’nin, Anderson’un hayali cemaatlerine yaptığı eleştirinin dayanak noktası, hayalin bizzat kendisinin sömürgeleştirilmiş olduğuydu. Chatterjee’nin milliyetçi tarih okumalarını sarsan temel sorusu şuydu: “Eğer dünyanın geri kalan bölgelerindeki milliyetçilikler kendi tahayyül edilmiş cemaatlerini Avrupa ve Kuzey ve Güney Amerika tarafından onlara sunulmuş milliyetçilik modelleri arasından seçmek zorundaysa, geriye tahayyül edecek neleri kalmaktadır?”. Chatterjee’ye göre Üçüncü Dünya olarak tanımlanan coğrafyadaki ulusal tarihler taklidin tarihiydi aynı zamanda prototipten farklı olanın idealleştirilmesin tarihiydi de. Asya ve Afrika’da sömürgecilik sonrası inşa edilen uluslar, dolaylı olarak hâkim olanın taklit edilmesi yoluyla öteki tarafından belirlenmiş cemaatlerdi. Yani sömürgecilik sonrası uluslar, şizoid bir süreç içinde oluşmuşlardı. Kendilerini dışlayan prototipleri benimsemişler ve sömürgecilik tarafından ezilmelerinin temeli üzerinde oluşan değerleri ve mekanizmaları içselleştirmişlerdi. Yani kendi kaderlerini tayin, öteki tarafından belirlenmelerini içeriyordu. Partha Chatterjee’nin, sömürgelerdeki ulusalcığın, sömürenin aynı kültürel formülasyonlarını taklit eden “türev” bir söylem olduğuna dair tespiti, devrimci ulusalcılığın ikilemlerinin anlaşılması açısından hayati öneme haizdir. Arif Dirlik’e göre de “sömürgeciliğe karşı mücadele etmeye mecbur olan ulusalcılık, aynı zamanda hem tarihsel açıdan hem de sömürgecilik sonrası döneme taşıdığı ideolojik bagaj açısından sömürgeciliğin bir ürünüdür”. Ulus inşa sürecinde gösterdikleri çabalarda nerdeyse baştan beri sömürgecilerin uygulamalarını bire bir taklit etmekle itham ediliyor olmaları, sömürgecilik karşıtı devrimci ulusalcığın trajedisidir. Bu bir trajedidir, çünkü radikal ulusalcı bilinç bir kez ortaya çıkıp da sömürgeci yönetimi bu sıfatla teşhis edince, kurtuluşu gerçekleştirmek için bir ulus yaratmaktan başka tercihi kalmaz ki bu da aynı sürecin doğal bir devamıydı. Ulus-devlet modelini küresel ölçekte evrenselleştirenin bizzat Avrupa sömürgeciliği olduğu hususunda çok az şüphe mevcuttur. Anti-sömürgeci milliyetçilik, toplumsal meşruiyetini sömürgecilerin tahakkümü ve hegemonyasından kurtuluş söylemine borçluyken, diğer taraftan Avrupa’daki ulus-devletlerin oluşumunu tayin eden idari merkezileştirme ve kültürel homojenleştirme hususunda aynı uygulamaları tercih etmesi Avrupalı olmayan toplumlardaki ulusalcığın temel ironisidir.

Sömürgecilik sonrası devlet eliyle ulus inşa etme süreçleri batı-dışı toplumlarda bedeli ağır siyasal ve ekonomik sonuçlar doğurdu. İktisadi açıdan yürütülen kalkınma politikaları küresel kapitalizmin öngördüğü doğrultuda gelişerek dışa olan bağımlılığı daha da arttırdı ve ülke içinde gittikçe patlama noktasına varan bir sefaletin temel sebebine dönüştü. Borçlanma, tarımsal üretimin ve hayvancılığın piyasa kurallarına teslim olup yok olması, kitlesel göçlerle başlayan yersiz-yurtsuzlaşma görünen baskın semptomlardır. Ayrıca kendisini, Batı toplumlarının gelişim düzeyini yansıtan modern aynada görme çabası, yerel entelektüellerin kültürüne ve geçmişine bakışını körleştirdi hatta sömürgeleştirdi. Modern ile geleneksel kültür arasında sarkaç misali sallanan, batı toplumları karşısında kendisini sürekli yetersiz, ezik ve hor gören, Daryush Shayegan’ın tabiriyle bir “yaralı bilinç” yarattı. Özgürleşmek adına taktığımız efendinin maskeleri yavaş yavaş gerçek yüzümüz olmaya başladı. Modernleşme sürecindeki kültürel ve coğrafik farkların yok sayılıp, toplumdaki her şeye modern tasnifler olan ilericilik-gericilik gözlükleriyle bakmak siyasal ve kültürel çatışmaların eksenini belirledi. Modern toplumsal projeyi taşıyacak kurumların yokluğu, toplumsal dayanışmayı sağlayan dinin ve yerel aidiyetlerin baskın olması durumundan vazife çıkaran siyasal elitlerin veya militarist kadroların toplumu tepeden inme yöntemlerle modernleştirmeye soyunmalarının önünü açtı. Bu da sonu gelmeyen otoriter siyasal rejimlerin, insan hakları ihlallerinin, hak kısıtlamalarının, her türlü ayrımcılığın ve belli kimlikleri ötekileştirerek dışlamanın meşru yolunu açtı. Gecikmiş olmanın telaşı ve hıncı, modern projeye ayak direten kimlik ve öznelerden çıkarıldı. Yekpare bir Batı kimliğinin karşısına konumlandırılan milliyetçi kimlik, “içerideki” baskı ve eşitsizliklerin üstünü örten ideolojik bayrak oldu.

Günümüz dünyasında belli coğrafik sahalara sıkıştırılmış kimlikler üzerinden mücadele etmek, emperyalizmin vakti zamanında sınırlarını çizdiği statü ve kimlikleri tersinden onaylamaktır. Bu bağlamda ‘üçüncü dünya’ milliyetçiliği, sömürgeci bakışın tersine çevrildiği otantik bir oryantalizmdir. Kimlik siyasetinin anlam dünyasına hapsolmak veya umutsuz bir otantik kimlik arayışına girmek, mevcut statülerin yeniden üretilmesini sağlamaktan öte bir sonuç vermeyecektir. Küresel sermaye akışının ve kitlesel göçlerin bütün sınırları gözenekli kıldığı günümüz dünyasında, Üçüncü Dünya’nın içinde bir Birinci Dünya, Birinci Dünya’nın içinde de bir Üçüncü Dünya barınmaktadır. İçinde bulunduğumuz durum Andrei Codrescu’nun tabiriyle “dışarının kaybolması”dır. Kozmopolit bir dünyanın kıyılarında “köksüzlüğe kök salmış” göçmenler olarak gidecek bir evimiz kalmadığı gibi, aslına rücu etmekte artık mümkün değildir. Küresel kapitalizmin büyük ve çoğul dünyasında “herkes” göçebeler haline gelmektedir. Bir “sınır durumu”nda yaşamaya mahkûmuz. Yıllarca direnişin, yalnızca ezenin dilini yansıttığı ve ters çevirdiği mantık parçalanıyor, bozuluyor, sorgulanıyor. Bunun sonuçlarından biride homojen ve aşkın bir “öteki” anlayışının parçalanmasıdır. Sabit bir yer şeması ve güven verici kimlik düşüncesi çatırdamaktadır. Artık otantik bir milliyetçilik ile homojenleştirici bir modernite arasında seçim yapmak iyiden iyiye zorlaşacaktır. Yani hem modern “hâkim anlatılar” düzeninin hem de bu anlatıların tersine çevrilmiş madun direniş imgelerinin de ötesine geçmeliyiz. Tek-merkezci ve etnik-merkezci siyasal ve kültürel inşaların reddedilmesi, kaçınılmaz bir biçimde, bu yönelimleri normlaştıran açık bir merkezin de ortadan kaldırılması sonucunu doğurmaktadır. Fakat aynı zamanda bu “saf” ya da “otantik” bir durumdaki aslına rücu eden yerliyi de imkânsızlaştırmaktadır.

Yararlanılan Kaynaklar:
▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬


  • Milletler ve Milliyetçilik – E. J. Hobsbawm - Ayrıntı Yayınları
  • Devletin Yeniden Üretimi – Jacgueline Stevens - Ayrıntı Yayınları
  • Milliyetçilik ve “Ulusal Sorun” – Murray Bookchin Toplumsal Ekoloji, Sayı:2
  • Kolonyalizm Postkolonyalizm – Ania Loomba – Ayrıntı Yayınları
  • Hayali Cemaatler - Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması – Benedict Anderson – Metis Yayınları
  • Irk Ulus Sınıf - Belirsiz Kimlikler – Balibar ve Wallerstein – Metis Yayınları
  • Dünyayı Değiştirmek İsteyenler, Ulusu Nasıl Tasavvur Ettiler? – Antonıs Lıakos - İletişim Yayınları
  • Milliyetçi Düşünce ve Sömürge Dünyası – Partha Chatterje – iletişim Yayınları
  • Geçmişi Kullanma Kılavuzu – Enzo Traverso – Versus Yayınları
  • Etnisite ve Milliyetçilik, Antropolojik Bir Bakış – Thomas Hylland Erikson – Avesta Yayınları
  • Uluslar ve Ulusçuluk – Ernest Gellner – Hil Yayınları
  • Ulus ve Parçaları: Kolonyal ve Post-Kolonyal Tarihler – Partha Chatterjee – İletişim Yayınları
  • Göç, Kültür, Kimlik – Lain Chambers - Ayrıntı Yayınları

Yalıtılmışlık, Özyönetim ve Doğrudan Demokrasi - Batur Özdinç

Qijika Reş Dergisi Sayı:1


Geçtiğimiz yıllarda Kürt coğrafyasına yaptığım birkaç yolculuğu anımsıyorum. Dağların arasından süzüle süzüle geçen yolları, yol izinin toprakla karıştığı patikaları. Orada zamanın Batı’daki gibi, kentlerdeki gibi hızlı, telaşlı, tempolu gitmediğini, işleyen tek döngünün yaşamın kendi dinginliği olduğunu fark etmiştim. Bizim gibi iş-okul-ev-eğlence mekânlarının sıkışmışlığına takılıp kalan, sürekli bir “yetişme” telaşından kendini alamayanlar için, o dağlar, o yollar, o küçük yerleşimler, o dil, o kültür, o modernizm-öncesilik “yabancı”dır; ya da tersinden orada asıl sen/ben “yabancı”sındır/yızdır. Bu yalıtılmışlık, kendine özgü bir işleyişe de sahiptir kuşkusuz. Yine de, bu işleyişin pirüpak, sorunsuz bir işleyiş olduğu yanılgısına kapılmamalı, bu modernizm-öncesi yaşamın da kendi çıkmazları olduğu unutulmamalı.

Bu “çıkmaz”lara burada değinecek değilim; kadın özgürlüğü, feodalizm, dinsel/geleneksel baskılar vb. pek çok sorun birkaç on yıldır o coğrafyada tartışıldı, tartışılıyor zaten. Benim üzerinde duracağım mesele, bu “yalıtılmışlığın” özgün bir özyönetim ve doğrudan demokrasi deneyimine alan yaratıp yaratamayacağı üzerine odaklanacak.

Her şeyden önce şunu hatırlatmak isterim; siyasal alana ve hatta yaşama dair kurgularımızın tümü genellemeler içerir. Bu genellemeleri yapmamız kaçınılmazdır belki, ama zihnin bir köşesinde her genellemenin tutarsızlıkları olabileceğini, her genellemenin ister istemez “gözden kaçanlar”ı, “kaybedenler”i olduğunu tutmamız gerekebilir. Buradaki genellemeler de bir coğrafyaya ilişkin ön-kabullerden hareket ediyor ister istemez, hemen her coğrafya gibi –ye/-ya veya -istan ekleriyle tanımlanmış bir coğrafyaya. Ama bu coğrafyada kentlerin de bulunduğunu, göçün, kapitalizmin, devletin, ordunun, okulun vb. bilumum modernist güçlerin istemli-istemsiz bu “yalıtılmışlığı” darmaduman etmeye çalıştığını da unutmamak gerekir.


Özyönetim

Özyönetim, belirli bir coğrafyada yaşayanların, üzerinde yaşadıkları alanda “özerk”, “bağımsız” bir işleyişe, “idare”ye sahip olma idealini betimler. Buradaki anlamıyla merkezi bir idarenin “dış” ilişkilerini belirlemesine de göz yumabilir. BDP’nin “demokratik özerklik” talebi de bu kapsamda düşünülebilir. “Reel-politik” alana ilişkin buna benzer talepler, aynı alanın tanımladığı güç ilişkileri/dengeleri, siyasal/diplomatik manevralar ve nihayetinde toplumsal mücadelelerle karşılığını bulur veya nihai sonuca ulaşır. Burada sunulacak/önerilecek yöntem ise, siyasal/diplomatik manevralardan olabildiğince uzak durarak, toplumsal mücadeleler/taban hareketleri yoluyla, güç/iktidar ilişkilerini tersyüz etmeyi amaçlıyor ki, zaten anarşistlerin ve özgürlükçü komünistlerin savunduğu şey de özünde budur.

Özyönetimin belirli bir bölgeyle sınırlı olduğunu belirtmiştim; ancak bu alanın yeknesaklığından hareketle (kendi içinde) “üst” bir otorite tarafından “idare” edilmesi gerektiğini savunmak kuşkusuz devletçi bir yönelim olur. Öte yandan, yine bu yeknesaklığa dayanarak, alanın “genel”ine tek-tip, genel-geçer kurallar bütünü dayatmak da yine otoriter/modernist bir yaklaşımdır. Son olarak “özyönetim”in daha üstteki herhangi bir “siyasal otorite”yle, yani devletle bir bağı olmaması da belirleyicidir. Burada tercih edilecek olan kuşkusuz (klişeleşmiş anti-emperyalist sloganla ifade edilecek olunursa) “tam bağımsız” bir özyönetimdir.

Özyönetime dair gerek tarihsel, gerek teorik çok sayıda örnek bulmak mümkün: Kürt hareketinin referans aldığı Bookchin’in “konfederalizm” (veya özgürlükçü belediyecilik) teorisinden Meksika’daki Chiapas eyaletinde belirli bir alanda özyönetim deneyimini sürdüren Zapatistlere, 1936’da Katalonya ve Aragon’daki anarşist özyönetim deneyiminden Yugoslav özyönetimine kadar bir dizi model akla geliveriyor. Ancak bu noktada, her coğrafyanın kendisine özgü koşulları olduğunu ve hiçbir teorinin, hiçbir pratiğin bir diğerinin aynısı olamayacağını, olmaya zorlanmaması gerektiğini gözden kaçırmamak gerekiyor.

Aslında en safiyane niyetlerle de olsa belirli bir alanı tanımlayan bir “dış” sınır çizdiğimizde, ister istemez kapalı bir alan yaratmış oluruz. Bu yüzden bu tür genellemeler de çeşitli rahatsızlıklara, sorunlara neden olabilir. Yine de, karşılıklı geçişlere, alışverişlere/değiş-tokuşlara (ki burada kastedilen ekonomik değiş-tokuşların yanında bilgi/deneyim alışverişidir) açık bir özyönetimler, yereller “bütün”ü, büyük ölçüde bu tür yalıtılmışlık sorunlarının üstesinden gelebilir. Burada çizilen mekânsal kurgunun, devletin ve kapitalizmin alt edildiği bir zamana ait olduğunu vurgulamak gerekir; aksi durumda “tam-bağımsız” da olsa kaçınılmaz olarak “dış-düşman”larıyla mücadele etmek için didinip duran, bu didiniş sırasında da otoriter yollara sapabilen bir özyönetim “idare”sinden söz etmiş oluruz. Bunun bir örneği, kısmen 1936 İspanya anarşist deneyiminin başarısızlıkla sonuçlanan öyküsünden okunabilir.

Demokrasi

Birazcık da “dış”tan “iç”e, özyönetimin (iç) işleyişine odaklanalım. Burada temel sorun, hemen her yerde karşımıza çıkan bir slogan olarak “demokrasi”nin işleyişine ilişkindir. Demokrasiden herkes kendi anlamak istediğini anlayabilir, çıkarmak istediğini çıkarabilir, götürmek istediği yere götürebilir. Bu muğlâklık içerisinde, demokrasinin esasen insanların kendi yaşamlarını etkileyen kararların alınmasına ne ölçüde katılabildikleriyle ilgili bir mesele olduğu söylenebilir.

Temsili demokrasi, ölçek sorununu öne sürerek kapitalizmin rutin işleyişine sekte vurmayan oligarşik bir politik yapı yaratırken, “temsil edilme” durumunu yücelten bir söylem de geliştirdi. Toplumsal mücadelelerin parlamenter sistemin legal yapısı içerisinde, “parlamento dışı” (=”gayri-meşru”!) yollara sapmadan yürütülebileceğine ilişkin inançlar sarsılmakla birlikte yaygınlığını koruyor. Bununla birlikte, bu sarsıntılar çeşitli alternatiflerin de kapılarını aralamaya başladı. Sistem (daha uygun bir ifadeyle “sistem savunucuları”), bütün bu alternatifleri legalize edip ayrıcalıklı kesimlerin ayrıcalıklarını sürdürmeye çabalasa da, her zaman yeni yeni açık kapılar bulunabilir.

Yönetişim

Yönetişim, “sihirli” bir sözcük olarak bir süredir reel-politikayı ve akademik tartışma alanını işgal ediyor. Sözcüğün sihri, temsili demokrasinin “öte”sine taşma iddiasında saklı duruyor; özünde ise karar alma sürecine farklı (çıkar) grupların(ın) fiili katılımını içeriyor. Buradaki katılımın esasları incelendiğinde, söz konusu (çıkar) grupların(ın) sayısal eşitliğine dayalı bir işleyiş olduğu görülüyor. Sayısal açıdan bakıldığında temsile dayalı sistemlerde “sandık başında” çoğunluğu oluşturan “ezilenler”in, yönetişim düzleminde “ezenler”le eşdeğer sayısal güçle temsil edildiği ortaya çıkıyor. Özellikle yerel ölçekteki karar alma süreçlerinde, “sivil toplum kuruluşları”nın katılımı üzerinden gündeme gelen “yönetişim”, bir avuç kapitalistin/”işveren”in çıkarlarını savunan örgütlerin, milyonlarca çalışanın çıkarlarını savunan(/savunduğunu iddia eden) örgütlerle aynı ölçüde söz hakkına sahip olduğu bir mekanizma öngörüyor. Temsili demokrasinin, medya odaklı vb. yönlendirmelerine dayalı sözde “demokratik” uygulamalarda bile görülmeyen bir pervasızlıkla yaratılan bu oligarşik yapılanma, nedense bazı muhalif/alternatif hareketler tarafından bile matah bir şeymiş gibi benimsenebiliyor.

Daha da derine inecek olursak, karşımıza “yönetişim”le ilgili bir dizi başka sorun çıkıyor: öncelikle yönetişim alanında “temsil” ayrıcalığına sahip kuruluşların kim tarafından hangi kriterlere göre belirlendiği, ne kadarlık bir kitleyi “temsil ettikleri”, “temsil edilen” kitleden hangi mekanizmalarla nasıl bir “yetki” alındığı ve bu yetkinin meşruiyeti, örgütsüz büyük yığınların yönetişim mekanizmalarında temsil sorunu vb. pek çok soru(n). Kuşkusuz, yönetimin/idarenin karar alma aşamasında, çoğulculuk adına çeşitli grupların kararlarına başvurması, katı bir yönetim uygulamasından daha yeğ tutulabilir, ancak o çoğulculuğun kapitalizmin sürekliliğini derinleştirip pekiştiren bir içeriğe sahip olduğunu görmemizi engelleyemez.

İstişare

Yukarıda sözü edilen bütün aksaklıklarına karşın, yönetişim (Gencay Şaylan’ın öngördüğü şekilde) bir tür “halka danışma” yöntemi olarak da algılanabilir. Bu tarz bir “halka danışma” uygulaması, Zapatistlerin “consulta” (“istişare”) olarak adlandırdıkları önemli kararların alınmasında “yerli tabanına” danışma yönteminde görülmektedir. Bilindik referandumlardan farklı bir süreç olan “consulta”, temsili yönetimlerin aksine, önemli kararların tabandan, en alt düzlemden, yerel “köy” meclislerinde başlayan tartışma süreçlerinde ele alınması pratiğini içermektedir. Ancak burada, bütün özgürlükçülük iddiasına karşın, bir “ordu örgütlenmesi” olma iddiasını taşıyan EZLN’nin iç-işleyişinin demokratik olmadığı unutulmamalıdır. Bununla birlikte, yerel düzeyde hizmet sunan “idare”ler, “otonom isyancı belediyeler” bağımsızdır ve iktidarın kurumsallaşması sorunu sorumlu idarecilerin geri-çağrılabilirliği, görevlendirmelerin kısa-süreliliği vb. yöntemlerle engellenmeye çalışılmaktadır.


Doğrudan Demokrasi

Fark etmişsinizdir, bu noktada, biraz olsun yerele, otonom/özerk bir yerel düzeye inebildik. En ideal demokrasi biçimi olan, temsilcisiz, “aracı”sız, doğrudan demokrasinin olabildiğince yerel ölçekte işlerlik kazanabildiğini burada özellikle belirtmek gerekiyor. Çünkü mekânsal (ve sayısal) ölçek genişledikçe karar alma sürecine katılımcıların sayısı artacağından uygulamada çeşitli güçlüklerle karşılaşılabilir. Bu işlerlik sorunsalı, mevcut temsili demokrasilerin kendilerini meşrulaştırma söylemi olarak sıkça karşımıza çıkar. Ancak, mevcut “modern” devlet sınırlarını kapsayan büyüklükte bir toprak parçasının neden tek bir otorite tarafından idare edilmesi gerektiği, bu mekânsal algının tarihsel kökenleri vb. meseleler konusunda elle tutulur bir açıklama bulmanız zordur. Öte yandan, ölçeğin küçültülerek, daha üst ölçekteki karar alma süreçlerine delegasyon vb. şekillerle katılım sağlanabilen yerel birimlere dayalı bir demokrasi/”idare” modeli üzerinde de nedense pek fazla tartışılmaz.

Oysa Atina “bile”, yüz binlerce insanın yaşadığı bir “polis” olarak, bundan 2500 yıl kadar öncesinde on binlerce insanın aynı anda karar alma sürecine katılabildiği mekanizmalar yaratabilmişti. Kölelik, kadınlık, yabancılık vb. durumlar istisna oluşturmakla birlikte, fiilen meclise katılım hakkına sahip olanların sayısının 50 bin kişiye ulaştığı bilinmektedir. Dolayısıyla doğrudan demokrasinin “uygulanabilir” olmadığı iddiası bir safsatadan ibarettir. Sorun, -kısmen- ölçekle ilgili olmakla birlikte, esasen egemenlerin güçlerini kaybetmeme telaşından kaynaklanan, “temsili” bir yönetim/idare mekanizması oluşturma “tercihi”nden kaynaklanmaktadır. Kısacası, temsili yönetim bir “tercih”tir, zorunluluk değil!

Koordinasyon Sorunu

Detaylarına burada girmek gereksiz olsa da, doğrudan demokrasinin ölçek sorunu konusunda birkaç nokta üzerinden durulabilir. Öncelikle yerleşim yeri bazında ele alınacak olursa, bir tür “yerleşimler” eşgüdümü gündeme getirilebilir. Yakın yerleşim yerleri arasında eşgüdüm kaçınılmaz bir ihtiyaçtır ve çeşitli ürün, hizmet ve bilgi paylaşımlarının yanında, ortak çevrenin korunmasına dair gereksinimleri karşılayacak bir -iletişim- kesinlikle gerekli olacaktır. Bunun ötesinde, yine yakın yerleşimlerin konfederasyon, federasyon tarzında eşgüdümünü “aşan” bir tür birliği, birlikteliği de söz konusu olabilir. Buna dair kesin bir çerçeve çizmek zor ve gereksiz olsa da, aynı coğrafi bölge/havza ve/veya aynı dili konuşanların yaşadığı alanlar böylesi “birliktelikler” oluşturabilirler. Yine de, bu noktada, dilin kendisinin de “kültür”ün önemli bir parçası olduğu, dolayısıyla ne kadar özgürlükçü olma iddiası taşırsa taşısın buna dayanarak kurulacak mekânsal birlikteliklerin toplumsal bir baskı aracına dönüşme tehlikesi içerdiğini gözden kaçırmamak gerekir.

Öte yandan, bir başka mesele, yerleşimler arası olası sorunların nasıl çözümleneceğinde düğümlenmektedir. Modern devletler, örneğin birkaç yerleşim yeri arasındaki bir su kaynağının paylaşımına ilişkin tartışmayı, kendi keyfilikleriyle “çözme” yoluna giderler, isterlerse tarafları dinler isterlerse dinlemezler. Yukarıda çizilmeye çalışılan tarzda özyönetime dayanan yerellikler zincirleri/ağları ise, sorunları kendi aralarında (muhtemelen “delegeler”in katılacağı) görüşmeler yoluyla çözmeye çalışacaklardır. Olası bir çözümsüzlük durumunda ise ortada bir “hakeme” danışmaktan başkaca yöntem kalmayacaktır. Bu noktada, birkaç yüzyıl öncesine dayanıyor olsa da, Proudhon’un anlaşmazlıkların bağımsız “hakemler” yoluyla çözümlenebileceği önerisi yol gösterici olabilir.


Taban Demokrasisi ve Katılım

Karar alma sürecini yalnızca “yerleşim yeri” ölçeğinde düşünmek temsili demokrasinin yanıltıcı ve daraltıcı bakış açısını yinelemekten öte bir şey değildir.  Bu açıdan, demokrasiyi doğrudan uygulanabilir bir araç olarak gündelik yaşamın daha geniş alanlarına yaygınlaştırmak gerekecektir. Semtler, mahalleler, apartmanlar, siteler, atölyeler, tarlalar, sokaklar, caddeler, kurslar vb. -gelecekte olması muhtemel- tüm yaşam alanlarına ilişkin sorunlar, yaşamlarının bir bölümünü o alanda geçirmek durumunda olanların katılımıyla tartışılıp çözüme bağlanabilir. Burada yine “ölçek” sorunundan kaynaklı karşı karşıya kalınabilecek sorunlar, delegasyon ve/veya kurayla görevlendirme türü yöntemlerle çözümlenebilir. Delegasyondan farklı olarak, kura yöntemi nedense Atina/Yunan demokrasisi ve bazı kabile topluluklarında şeflerin seçimi dışında pek fazla uygulama şansı bulamamıştır. Buna karşın, (geçici) yetkilendirmelerin kurayla belirlenmesinin, iktidarın kurumsallaşmasını önleyecek bir yöntem olarak delegasyondan çok daha güvenilir olduğu rahatlıkla öne sürülebilir.

Aslında, katılımı yaygınlaştırmak, demokrasiyi tabana yaymak kulağa hoş gelen söylemler olarak uzunca bir süredir gündemde yer alıyor. Ancak başta çalışma zorunluluğu, patriarkal kültürden kaynaklanan cinsel işbölümü vb. ayrımcılık biçimleri olmak üzere gündelik yaşam içerisindeki bilumum zorunluluk ve zorluklar, bu katılımın çoğunlukla ayrıcalıklı bir grupla sınırlı kalmasıyla sonuçlanıyor. Zapatistler’in Chiapas’ta karşılaştıkları sorunlardan başında da, özellikle kadınların ve gençlerin köy meclislerinde konuşma şansı bulamaması geliyordu. Yaşlıların ve erkeklerin egemen olduğu benzeri bir kültürün Kürt coğrafyasında da yaygın olduğunu anımsarken, yerel Zapatist meclislerinde on iki yaşından büyük herkesin katılma ve konuşma hakkı olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Temsili demokrasilerde genellikle on sekizle sınırlanan karar alma sürecine “katılım”ın çocuklara doğru yaygınlaştırılması, özgürlükçü bir toplumu diğerlerinden ayırt eden nitelikler arasında sayılabilir.

Mülkiyet

Mülkiyet, tarihsel olarak sınıfsal farklılıkların en belirgin göstergelerinden birisi olageldi. Bugün kapitalizm olarak adlandırılan ekonomik (ve toplumsal) sistemin temelinde de mülkiyet yatıyor, feodalizmde ve ondan öncesinde olduğu gibi. “Demokratik karar alma sürecine” veya “temsili demokrasi” oyununa katılım söz konusu olduğunda karşımıza çıkan en temel ayrımların başında, bilgiye ulaşma ve diğer insanları/yurttaşları, “kamuoyunu” etkileme olanakları fazla olan zenginlerle yoksullar arasındaki ayrım gelir. Bu ayrım var olduğu sürece, demokrasinin -hatta doğrudan demokrasinin- işlerliği tartışma konusu olur. Bu yüzden, “gerçek” bir demokrasi -var olabilecekse- ancak mülkiyete dayalı ayrıcalıkların olmadığı bir toplumsal düzlemde geçerlilik kazanabilir. Esasen günümüz kapitalizminin demokrasi sorununun temelinde olduğu gibi, antik Yunan’da da mülkiyete dayalı farklılıkların (ki buna “sınıfsal farklılıklar” adı da verilebilir) belirleyici olduğu açıktır.

Komünizm, “ortak mülkiyet” ideali ile birlikte bu sorunun aşılabileceğini öngörür. “Devletçi komünistler”in (Marksist Leninistlerin) bu iddiadan hareketle kurguladıkları “reel-sosyalizm” deneyimlerinde çuvallamalarını en açık biçimde dillendiren muhtemelen Djilas olmuştur: “Sosyalist mülkiyet olarak adlandırılan şey, bürokrasinin sahip olduğu gerçek mülkiyet ile örtülüdür.” Bu noktada önemli olanın, -hangi isim veya statü verilirse verilsin- mülkiyetin kullanımı sorunu olduğu açıktır.

Muhtemelen Proudhonla beraber anarşistlerin literatürüne giren “kullanım hakkı” kavramı, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması idealiyle “soyutlanmış” ortak mülkiyet kurgusunun uzlaştığı bir çizgide yer alır. Bu kavram, “ortak mülkiyet”in (olası) dayatmalarından uzak bir yaşam-alanına sahip olma düşüncesi üzerinden -diğer herkes kadar- bir barınma mekânı ile kişisel eşyaları “kullanma hakkı”nı betimler. Denilebilir ki, yaşamın kendisi büyük ölçüde bireysellikle toplumsallık arasındaki karmaşık karşılıklı ilişkiler bütünü üzerinde temellenir ve mülkiyet olgusunun tam da bu kapsamda özgürlükçü ve eşitlikçi bir tarzla yeniden ele alınması kaçınılmazdır.

Çoğulculuk

Çeşitli sosyalist pratiklerin demokratik bağlamdaki temel eksikliğinin, “çoğulculuk” sorununda düğümlendiği ileri sürülebilir. Liberal (temsili) demokrasinin başlıca argümanlarından birisi olan “çoğulculuk”, ciddi bir eleştiri aracı olarak “komünizm”in karşısında liberalizmin elini güçlendirmektedir. Öyle ki; (ki bu “haklı” bir argümandır) “liberal” bir demokrasi içerisinde her türlü “komünist” partiye izin verilirken, sosyalist diktatörlüklerse, değil “liberal”, kendilerinden başka “komünist” partilerin örgütlenmesine bile (pratikte) izin vermezler. Troçkizm bu argümana karşı bir takım “demokratik” açılımlar geliştirmiş olsa da, pratikte bir “komünist parti”nin iktidarı ele geçirdikten sonra çoğulculuk sorununun üstesinden nasıl gelebileceği sorusunun yanıtı henüz bulunabilmiş değildir.

Özgürlükçü bir komünist ideal, tek-partinin totaliter yönetimi yerine tabandan yükselen, yerele dayalı, eşgüdümlü bir tür konfederatif yapılanmayı öngörür. Kuşkusuz otoriter eğilimlerle, merkezi ve tek-biçimli/tek-sesli yönelimlerle hemen her yerde karşılaşılabilir. Önemli olan, bu tür yönelimlere neden olmayacak bir tür eşgüdümün ve karar alma sürecinin pratikte somutlaştırılmasıdır. Çok-seslilik, (ve “örgüt” gelecekte ne olacaksa) çok-“örgüt”lülük, çeşitlilik ve farklı görüşlerin, farklı grupların seslerini duyurabilecekleri, propaganda yapabilecekleri olabildiğince sınırsız bir özgürlük ortamının yaratılması, mülkiyet ilişkilerinin yıkımının ötesinde kurumsal iktidar mekanizmalarının da sarsılmasını gerekli kılar. Bu da, temsilin ve delegasyonun olabildiğince sınırlandığı, çoğu zaman “seçim” yerine “kura” mekanizmasının tercih edildiği, görevlendirmelerin kısa-süreliliği ve geri-çağrılabilirlik gibi önlemlerin dikkate alındığı yaklaşımlar sayesinde büyük ölçüde gerçekleştirilebilir. “Genel”e hâkim olmak isteyen bireyler ve örgütlenmeler her zaman ortaya çıkabilir, ancak bu tür merkezi yönelimlerle mücadelenin başarılı olması yine söz konusu topluluğun/toplulukların katılımcılarına ait olacaktır; buna karşılık ortaya çıkacak tepkisel (başka) “merkezi” yönelimlerin “siyasal” becerisine değil.

Sonuca Doğru

Burada bir sonuç sunmak yerine “sonuca doğru” bazı ipuçları üzerinde durmak sanırım daha açıklayıcı olacaktır. Bu ipuçları esasen yukarıdaki paragraflarda genel hatlarıyla ifade etmeye çalıştığım önemli bazı argümanların kısa birer hatırlatması şeklinde sunulacak.

Öncelikle “temsili” demokrasinin bizi içerisine hapsettiği “ulusal” kurgu, gerek mekânsal gerekse sayısal açıdan -başkaca tercihimizin olmadığı- yanılsamasını yaratır. Bunun eşliğinde, “temsili” demokrasi de, ısrarla olası yegâne demokrasi biçimi olarak pohpohlanır. Buna karşılık, yerele öncelik veren ancak yerelden öteye taşan bir tür eşgüdüm ve dayanışmayı da içeren bir yerel birlikler “bütün”ünün, bir “özyönetim”in yaratılması mümkündür. Demokrasi -doğrudan/aracısız- biçimiyle yine yerel üzerinden, karar alma sürecine katılım olanaklarının geliştirilmesinin eşliğinde kendi özünü bulabilir. Temsil ve delegasyon kimi durumlarda “kaçınılmaz” olsa da, görevlere süreklilik kazandırmayacak (dolayısıyla iktidarın kurumsallaşmasına neden olmayacak) çeşitli yöntemler sayesinde (kısa-süreli görevlendirmeler, geri-çağrılabilirlik, seçim yerine kura yöntemi vb.) olası güncel sorunların aşılması mümkün olabilecektir. Kuşkusuz sınıfsal farklılıkların (mülkiyetin) var olduğu bir dünyada, burada dile getirilen “demokratik” öngörülerin gerçekleştirilmesi hayalin bile ötesine taşar. Mülkiyet sorununu çözme iddiasındaki otoriter/devletçi sosyalizmin ise, yarattığı “sözde” eşitlik yanılsaması bir yana, çoğulculuğa ve muhalefete yer vermeyen kendisine özgü merkezci eğiliminin üstesinden gelmesi olası değildir.

Kürtlerin yaşadığı coğrafya kısmen bir tür yalıtılmışlık içerisinde görünse de, devletin, kapitalizmin ve kentlerin baskısı altındadır. Burada dile getiril(e)meyen, çözümü aranmayan/bulunmayan konuların başında, bu baskıların nasıl ortadan kaldırılabileceği sorusu yatmaktadır; ki buna verilecek yanıt, -şimdilik- anarşizmin temelleri on dokuzuncu yüzyıla dayanan öngörülerini aşan bir yerde durmaktadır. Burada son olarak hatırlatmak istediğim nokta; tarihsel anlamda üzerinde ne kadar baskı kurulmuş olsa da, bütün o “romantik” düşlere karşın, bir dilin, bir kültürün de günün birinde (ve hatta şimdiden) kendisinden kaynaklı bir baskı aracına dönüşmesinin kaçınılmazlığıdır.


“Demokratik Özerklik”

Esasen uzun zaman önce yazılmış bu yazıya son şeklinin verildiği günlerde, BDP öncülüğünde toplanan Demokratik Toplum Kongresi, “demokratik özerklik” talebini çok daha güçlü bir sesle dile getirdi. Öyle ki, bu karar, pek çok yerde havai-fişekli kutlamalarla bir tür “özerklik” ilanı olarak açığa vuruldu. Bu nedenle, kısa da olsa, “demokratik özerklik” meselesine değinmek gerekiyor.

Öncelikle, belirli yerleşim alanlarında yaşayan herkesi etkiyecek bu tür kararların, bir tür konsensüse (uzlaşmaya) dayanması gerektiğini kabul etmemiz gerekiyor. Seçim sonuçları çoğu zaman kesin bir yargı vermemekle birlikte, bazı yerlerde yüzde ellinin çok üzerinde oy almasına karşın, kimi yerlerde yüzde otuzun altında oy toplayabilen bir partinin “özerklik” talebinin, -olsa olsa- “kazandığı” belediyelerle sınırlı kalabileceği ortadadır ve bu durum egemen güçler tarafından “karşı koz” olarak kullanılmaya açık bir argüman da yaratmaktadır.

“Meşruiyet” meselesinin ötesinde bir diğer temel sorun ise, “üst” ölçekli idari yapıyla ne tür bir ilişki içerisinde olunacağıdır. BDP, sıklıkla vurguladığı gibi Türkiye geneli için bu öneriyi dile getirdiğini ifade etmektedir; ancak Türkiye coğrafyasının diğer yerlerinde “özerklik” önerisinin -şu an için- pek de olumlu yanıt bulmadığı ortadadır. Ne olursa olsun, “merkezi idare” ile yerel yönetim mekanizmalarından birisi olarak “belediyeler” arasında bir tür idari ve mali ilişki olacağı kabul edilmektedir. Öte yandan, “demokratik özerklik” ilanının bugünden yarına büyük ölçüde kâğıt üzerinde kalacağı, mevcut belediye idarelerinin “merkez”e -özellikle mali yönden- bağlılıkları göz önünde bulundurulduğunda açıkça görülebilir. Bunun tek istisnası, BDPli belediyelerin, (EZLN’nin “asi belediyeler” örneğinde olduğu gibi) kendi bağımsız idari ve mali mekanizmalarını oluşturmalarından geçmektedir. Ancak, Avrupa Konseyi’nin “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” vb. belgelere sıklıkla yapılan göndermeler dikkate alındığında, taleplerin özünde “mevcut sistem” içerisinde bir tür özerklikle sınırlı olduğu söylenebilir. BDPlilerin bu tartışmalarda İspanya’daki Katalonya, Bask vb. örneklere yönelik vurguları da aynı tezi doğrulamaktadır. Yine de, yerel seçimler yoluyla bir “güç” oluşturma hedefini gerçekleştirebilmeleri nedeniyle, mevcut idari yapının “yasal çerçeve”sini kullanmak belki bir yere kadar mazur görülebilir.

“Demokratik özerklik” talebinin dikkat çekici temel unsuru, “demokratik katılım” mekanizmaları üzerinde fazlasıyla duruluyor olmasıdır. Sıradan “özerklik” talebinin ötesinde genel “demokratik” katılıma, kadınların katılımına, ekolojik kaygılara ve katılımcı topluluk ekonomisine ilişkin özenli atıflara rastlanmaktadır. Ancak, Bookchin’in izlerini taşıyan bu “iyi niyetli” sözlerin pratiğe nasıl yansıtılacağı ve her şeyden öte mevcut ulusal (TC), uluslararası (BM) ve uluslarüstü (AB) sistem(ler)le nasıl uyumlulaştırılacağı dikkatle tartışılmalıdır. Kooperatiflere, konseylere ve birliklere dayalı “katılımcı topluluk ekonomisi” ideali, “özerklik” talep eden belediyelerin de -diğerleri gibi- işlerini aynı şekilde, ihalelerle, taşeronlarla yürüttüğü akla getirildiğinde şimdilik bir slogandan öteye geçememektedir. Bu açıdan, süregiden tartışmalara bakılırsa, BDP’nin “sistem-dışı” bir söylemle “sistem-içi” bir proje ortaya koyduğu ileri sürülebilir.

Eğer istenilen öncelikle “özerklik” ise, bütün bu cafcaflı “aşırı” demokrasi, katılım, ekoloji vs. söylemlerine ihtiyaç yoktur; aynı başlık altında çok daha ılımlıları AB, AK ve BM’nin söylemlerinde, eylem planlarında rahatlıkla bulunabilir. Ancak eğer düşlerdeki “demokratik özerklik” gerçek bir talep olarak dillendirilecekse, o zaman TC’den olduğu kadar, kapitalist ihale-şirket-patron-taşeron ilişkilerinden, AB-DB fonlarından, küresel kapitalist-yönetsel mekanizmadan da bağımsız bir yapılanma arayışına yönelmek gerekecektir. Söz konusu hareket, “niyet”ini ortaya koyarken samimiyse, bunu yapacak gücü de kendisinde bulacaktır. Aksi halde, en kötüsünden birkaç on yıl sonra, yeryüzünün pek çok yerinde karşılaştığımız, sıradan bir özerk, federatif veya konfederatif yapılardan birisine dönüşecektir.

Yaşam içerisinden anlatılar bazen yavan düşüncelerden daha etkileyici olabilir. Bu satırları yazarken de, 2000li yılların başında Katalonya’da katıldığım bir savaş-karşıtı toplantıyı anımsadım. Birkaç on kişinin katıldığı toplantıdaki “kolaylaştırıcı”, Katalan hükümetinin toplantı için sağladığı mekân karşılığında, tüm konuşmalarını (İngilizce’nin yanında) Katalanca da yapması gerektiğini -özür dileyerek- söylemişti. Oysa toplantıda kendisinden başka bu dili bilen hiç kimse yoktu! Umarım geleceğin muhalifleri, yarının “demokratik özerk” bölgesinde aynı tuhaflıklarla karşılaşmazlar. O günleri görecek olanlar, bugünün acılarını anımsayıp kendilerini teselli etmemeliler.