8 Eylül 2012 Cumartesi

1 Eylül’de Roboski’yi Yeniden Hatırla(t)mak - Ramazan Kaya


“Hayatta kalma anı aynı zamanda iktidar anıdır. Ölümün karşısında duyulan dehşet, ölen bir başkası olunca tatmine dönüşmektedir” [Elias Canetti]

1 Eylül Dünya Barış! Günü vesilesiyle Türkiye Barış Meclisinin Roboski’de gerçekleştirdiği anma etkinliğine Van’dan giden dört kişi olarak bizde dâhil olduk. Hem devletin o unutulmaz katliamının cereyan ettiği bölgeyi görmek, hem de o unutulmaz acının yaşayan ortaklarını yakından tanımak isteğiyle o tekin görünmeyen! yollara düşünmeden düştük. Yolun dolambaçlı ve ıssız güzergâhı boyunca gördüğümüz her manzara nutkumuzun kesilmesine, bizi büyülemeye fazlasıyla yetti. Kısacası devletin yıllarca uyguladığı hiçbir güvenlik stratejisinin sonuç vermediği, Tanrının bile hâkim olmasının mümkün görünmediği bir coğrafyadan geçiyorduk. Eruh – Şırnak arası yolda bizim arabamızdan başka hiçbir arabanın olmaması, çöken karanlık ve uçurumları yalayan yol, içimizdeki ürpertiyi daha da arttırmıştı. Eruh’un bir köyünde verdiğimiz molada oturan amcalarla biraz muhabbet edip Şırnak’ın girişinde askeri kontrol noktası olup olmadığını Kürtçe sorduğumuzda birlikte gülerek “askeriye değil de gerillanın yol kontrolü olabilir” cevapları karşısında “nerde bizde o şans” deyip yolumuza devam ettik. Şırnak’a varmadan önce yol kenarında bekleyen üç korucunun sırtlarını bize dönerek yüzlerini saklamayı tercih etmeleri ve arabayı durdurmamaları bizi en çok şaşırtan karelerden biriydi. Yıllardır devletle her türlü suç ortaklığı yapmaktan, kanlı paraları ceplerine indirmekten utanmayan bu para-militer güçlerin o akşam teşhir olmaktan çekinmelerine veya korkmalarına doğrusu bir anlam veremedik. Geceyi Şırnak’ta bir avukat arkadaşın evinde geçirdikten sonra sabahın erken saatlerinde Roboski’ye varmak üzere yola koyulduk.

Uludere yolunu izleyerek Roboski’ye vardık. Anmanın gerçekleşeceği mezarlığa geçmeden önce yolda arkadaşlarımız Vicdani Redçi Halil Savda ve Eko-Anarşist Mirazla karşılaştık. Halil’in Roboski’den Ankara’ya kadar yürüyeceği barış yürüyüşünü bir sevgi yumağı oluşturarak kutladık. Birbirimize biraz takılıp ve bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra arkadaşlara sarılarak ayrıldık. En sonunda Roboski’de evin önünde bizi bekleyen Türkiye Barış Meclisinin farklı illerden gelen otuza yakın heyetiyle, katledilenlerin akrabalarıyla ve bazı gazeteci arkadaşlarla buluştuk. En aşina simalardan biri şüphesiz Radikal gazetesinden Pınar Öğünç’tü. Kaçak çay ve sigara eşliğinde Pınar’la ve Diyarbakır’dan gelen arkadaşlarla muhabbet ederken devlete ait bir makam arabasıyla gazeteci Ertuğrul Mavioğlu teşrif etti. O makam arabasının kime ait olduğunu, neden Mavioğlu’na tahsis edildiğini sormaya bir türlü fırsat bulamayınca içimizde cevapsız bir soru olarak kaldı. Daha sonra barış heyeti ve Roboski sakinleriyle birlikte mezarlığa geçtik. Mezarlıkta Barış Meclisi’nden farklı kişiler tarafından Kürtçe ve Türkçe basın açıklamaları yapıldı. Devletin malum katliamı hep birlikte kınandı. Konjonktürel ve sıkıcı politik analizlerden sonra sözü katledilenlerin akrabalarından biri aldı. Devletin kanlı tazminat parasını asla kabul etmeyeceklerini, ömürleri yettiği sürece bu davanın takipçisi olacaklarını ve olayın faillerinin ortaya çıkarılıp yargılanması için ellerinden gelen her şeyi yapacaklarını kararlılıkla vurguladı. Mezarlıkta dikkati çeken noktalardan biri katledilen 34 kişinin mezarından başka mezarın olmaması ve mezarların bu kadar kısa sürede çok düzgün bir yapıda inşa edilmiş olmalarıydı. Fotoğraflarla, sloganlarla, bayraklarla ve sarı kırmızı yeşil renklerle bezenmiş mezarlık tam anlamıyla politik bir parkı andırıyordu.  Konuştuğumuz her kadın son derece güçlü bir politik jargonla ve örgütlü bir duruşla konuşuyordu. Ancak içimizi acıtan en önemli ayrıntı, kadınların ellerine aldıkları fotoğraflarla kameralara ve fotoğraf makinelerine koşturan ve sürekli poz veren bir role alıştırılmış olmalarıydı. Fotoğraf makinesi taşıyan her insana çocuklarının veya kardeşlerinin trajik hikâyesini turizm rehberlerinin tanıtım konuşmalarını andıran şekilde durmadan anlatmaları, medyanın her türlü acıyı estetikleştiren, her türlü mahremiyeti sömürgeleştiren o lanetli gücünün en çirkin semptomlarıydı. Ayrıca her kadının ağız birliği yapmışçasına çocuklarının ilk defa o gün kaçakçılık yapmak için yola çıktığını belirtmeleri ya kaçakçılık işinden utandıklarını gösteriyordu ya da medyanın kaçakçılığı kriminalize eden dilinden etkilenerek çocuklarının ne kadar masum olduğunu kanıtlama ihtiyacı duyuyorlardı. Oysa o geleceği belirsiz çocuklar zaten masumdu ve utanması gerek biri varsa o da yüzsüz ve pişkin Türk devletiydi. Üstelik köyde kaçakçılık yollarında mayına basarak ellerini, ayaklarını kaybeden yaşlı erkeklerin varlığı, kadınların anlattıklarının aksine bu işin kaç kuşak boyunca yapılan zorunlu bir yaşam kavgası olduğunun en somut fotoğrafıydı.

Roboski katliamının yarattığı toplumsal infial ve acının medyadaki temsili gün geçtikçe haliyle pörsümektedir.  Olay, artık farklı politik grupların veya bireylerin görünür olmayı sağladıkları bir politik sahne olmuştur. Bu dehşetli ölümün karanlık ağırlığı çöktüğü mekânı ıssızlaştırırken, medya çağının sessiz sakinlerine de ölümün yaşamlarına ilişmeyeceğinin verdiği rahatlık duygusu eşlik etmektedir. Günümüzde ölümün medyadaki aşırı temsillerine gittikçe alışan ve ölümü hayatlarına hiçbir biçimde değmeyen, ölümü toplumsal, ahlaki ve politik olarak dünyalarına daima uzak bir yabancı olarak gören bir insanlık tablosuyla karşı karşıyayız. Artık “ölüm olağandışı bir olay, bir aşırılık, bir sapma, bir skandal olarak temsil edilmektedir. Ölümün skandal olarak temsilinin iki temel işlevi bulunmaktadır: İlk olarak, ölümün canavarca bir ruhun, bir sapkınlığın ya da bir aşırılığın ifadesi olarak bu sıra dışı sunumu toplumsal, ruhsal ya da politik içeriği dışlamaktadır. Doğal olamayan bütün ölümleri bir dehşet ekseninde birbirine eşitlemektedir. İkinci olarak da ölümü hayatımızın merkezine taşıyarak ve bizi sıra dışı ölüm görüntülerine maruz bırakarak, aslında ölümü hayatımızın tümüyle dışına atmaktadır. Ölüm artık doğal bir son değil, bir sapmadır. Evin dışında bir yerlere, tehlikeli kavşaklara, kaygan yollara, izbe sokaklara, ıssız mezarlara, hapishane hücrelerine, aklın kıyılarına doğru itelenmiş; şehrin varoşlarına, ülkenin taşrasına, bambaşka kuralların olduğu ülkelere sürülmüştür ölüm”[1]. Doğal olmayan ölüm biçimlerinin gittikçe sınıfsal ve etnik bir kimlik edindiği, doğal yollarla ölmenin sadece egemen sınıflara ait bir ayrıcalık haline geldiği bir zamanda yaşıyoruz. Savaşlarda, sokak cinayetlerinde, iş kazalarında, iç isyanlarda ölüm şerbetini içenlerin çoğunlukla hangi sınıfsal, cinsel ve etnik kimliğe mensup olduklarının ortaya koyduğu tablo insanlığın en azından ölüm karşısında eşit olma idealini bile ortadan kaldırmıştır. Ölümün eşitlikçiliği son bulmuş, gücü yeten parasını verip ölümü kendinden ve ailesinden uzaklaştırabilmektedir. Sağlık, burjuvazi açısından eceliyle ölmeyi bekleme ayrıcalığına dönüşmüştür. Gazetelerin ölüm haberleriyle süslenmiş üçüncü sayfaları aynı zamanda bu sınıfsal korkunun da en açık ifade bulduğu sayfalardır. O sayfalarda Nurdan Gürbilek’in de dikkat çektiği gibi “cani anneler, vicdansız babalar, parçalanmış aileler, sönmüş hayatlar vardır; hayatları cinnete ve cinayete açık, her an ölebilir, her an öldürebilir insanlar vardır. Ama hepsi de öteki sınıftandır. Orada dehşet daima aşağı sınıfın kaderi olan bir kötülüğün, yoksul kitlelerin neredeyse doğuştan getirdikleri bir patolojik nüvenin görünümüdür”. George Bataille, Edebiyat ve Kötülük adlı çalışmasında yoksullardan duyulan korkunun nedenini burada aramıştır. Bataille’a göre zenginlerin işçilerden korkması, küçük burjuvaların işçileşme tehlikesi karşısında duydukları panik hali, onların gözünde yoksulların ölüme daha yakın olmalarından kaynaklanmaktadır.

Yoksul insanların bu topraklarda eceliyle ölmesini adeta bir lüks haline getiren devlet şiddetinin otuz yıllık serüveninde ilk kurbanlar Roboski’de yaşayan yoksullar olmadığı gibi son kurbanlar da onlar olmayacaktır. Devletin, ölüm ve yaşam üzerindeki egemenlik olduğunu ve devletlerin tarihinin her zaman bir katliamlar tarihi olduğunu çok iyi biliyoruz. Liberallerin sürekli dillerine doladıkları barış sözcüğü ve “karşılıklı silahlar sussun” çağrıları devletin yapısal şiddetini ve her devletin bir ölüm makinası olma gerçeğini gizleme çabasından öte bir şey ifade etmemektedir.  Barış, devletlerin ölüm yürüyüşlerine ara vermelerini sağlamak değil, bütün şiddetin ve savaşların kaynağı olan devlet denilen kötülük şebekesini ortadan kaldırma mücadelesi olmalıdır. Bizim öğle yemeğine kalmamızı ısrarla teklif eden Roboski köylülerini zamanımızın olmadığına ikna edip Hakkâri yoluna girdiğimizde üzerimize sinen sefalet ve ölüm laneti yol boyunca bizi derin bir sessizliğe gömmüştü bile…



[1] Medya Mahrem - Medyada Mahrem Olgusu ve Transparan Bir Yaşamdan Parçalar
Editör: Hüseyin Köse, Ayrıntı Yayınları, s.79

21 Haziran 2012 Perşembe

Işık Ergüden’le “Devrimci Şiddet” Üzerine...

Foucault’cu fokoculuk

‘77 1 Mayıs’ının 35. yıldönümünde, hurafeler ve saptırmalar eşliğinde bir “sol ve şiddet” tartışması yaşadık. Birikim’in şubat sayısında ise yılların çevirmeni Işık Ergüden, “1970’li yıllar Türkiye’sinden bir silahlı propaganda deneyimi: MLSPB” başlıklı yazısıyla konuya “damardan” bir giriş yapmıştı. Bunu, Isabelle Sommier’nin “Devrimci Şiddet” kitabının çevirisi takip etti. Her tür muhalefetin “terör” torbasına atıldığı bugünlerde, Ergüden’le solun şiddetle ilişkisini, bir avangard sanat olarak silahlı propagandayı, bugünün mücadele biçimlerini konuştuk...

1 Mayıs 1977 tartışmalarının ardından, sağın çeşitli renklerinden gazeteciler ve siyasetçiler solun şiddetle hesaplaşması gerektiğini buyurdular, 12 Eylül öncesinde hem sol hem sağ şiddetin derin devlet tarafından kışkırtıldığı tezi yinelendi, bir yandan da—bir ucu darbeciliğe ve ulusalcılığa, bir ucu da PKK’ye erişecek şekilde— solun bütününün şiddet yöntemiyle ilişkili olduğunu kabullendirmeye çalıştılar. Aynı sıralarda, Birikim’de bir yazıyla sol tarihte bir araç olarak şiddeti açıkça benimsemiş örgütlerden MLSPB’nin (Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği)tarihine girizgâh niteliğinde bir yazı kaleme aldınız. Bu tartışmalar ışığında bu yazıya hazırlanırken muradınız neydi?

Işık Ergüden: Öncelikle 1 Mayıs 1977 tartışmalarında gündeme gelen “sol içi şiddet” açısından bakarsak, paradoksal gibi gelebilir ama, ‘70’li yıllardaki sol içi çatışmanın asıl muhatabı o dönemin silahlı sol grupları ya da silahlı propaganda grupları değildir. Sol içi şiddet diye adlandırılan şey, esasen, uluslararası boyutta SBKP-ÇKP ve daha sonra Arnavutluk’un da ayrı bir kutup olarak katıldığı çatışmanın Türkiye’ye yansımasıdır. O dönemin uluslararası komünist hareketinde birer odak olma iddiasındaki bu hegemonik güçlere bağlı olan, siyasî çizgilerini bir tür emir-komuta ilişkisi altında oluşturmaya çalışan ve bir yanda TKP’nin, diğer yanda Aydınlık çizgisinin başı çektiği, birbirlerini “Maocu bozkurt” ve “sosyal faşist” diye niteleyerek muhtemelen olası bir hegemonyanın rakibi olarak görüp öncelikle birbirlerini yok etmeye çalışan grupların eseridir. THKP-C çizgisi ve bu çizgiden türeyen gruplar daha başından itibaren kendilerini bu uluslararası çatışmanın dışında konumlandırmaya ve mümkün olduğunca her iki odaktan da bağımsız bir çizgi geliştirmeye özen göstermişlerdir. Dolayısıyla böyle bir çatışmanın muhatabı THKP-C çizgisi değildir; bu çizgideki silahlı propaganda grupları hiç değildir. Onlar esas olarak güçlerini ve mücadelelerini “oligarşi” olarak adlandırdıkları iktidar blokuna yöneltmişlerdi, solun herhangi bir kesimini tasfiye etmeyi bir amaç olarak önlerine koymamışlardı. TKP ve türevleri ile Aydınlık ve türevleri ise, ağız birliği içerisinde silahlı propaganda gruplarını “sol sapma”, “goşist” vb. diye nitelerken, birbirlerini de baş düşman görerek yok etmeyi amaç edinmişlerdi... Dolayısıyla, devlet açısından provokatif bir durum doğmuşsa, ki doğmuştur, bunun sorumlusu, tuhaf bir şekilde, öncelikle bugün de solu şiddete başvurmakla suçlayan kesimin kendisidir. Örneğin MLSPB, çatışma ortamının etkisiyle ‘77 1 Mayıs’ına katılmama kararı almıştı… Dolayısıyla, sol içi şiddetin öznesi olmuş gruplarla siyasal iktidara, devlete karşı devrimci şiddeti bir yöntem olarak benimsemiş grupların farkını öncelikle ortaya koymak gerekir. İkinci olarak, solun şiddetle hesaplaşması gerektiğini buyuranların, özellikle de sol liberal kesim içinden bunu buyuranların sapla samanı kasıtlı olarak birbirine karıştırdığı ve olası liberalleşme beklentileriyle birlikte burjuvaziye, siyasal iktidarlara gösterdikleri hoşgörüyle ters orantılı olarak sol adını taşıyan neredeyse her şeye karşı bir nefret söylemi üretmelerini de tamamen sınıfsal konumlarına, hem maddî hem de entelektüel sermaye sahibi olmaya bağlıyorum... Yazıyı neden yazdığıma gelince, 1970’li yıllardaki sol hareketlerin anlatısının büyük ölçüde eksik yapılmış olduğu, hayatlarını, gençliklerini bu mücadeleye adamış, feda etmiş sayısız insana, arkadaşlarımızın anılarına haksızlık edildiği, cesetlerinin üzerine basıldığı gibi bir duygunun sonucu öncelikle. “Bunlar da vardı, neden bunlardan söz etmiyorsunuz” deme isteği... Sol hareketlerde de bir tür resmî tarih şekillenmesi yaşandığı, kitlesel ya da ana akım denebilecek hareketlerin kendi eksenlerinden tarihi aktardıkları, bugün kimi sol örgütlerde yer alan insanların kendi perspektiflerinden tarihi kurguladıkları görülüyor. Bu yüzden, başka olgulara da dikkat çekmek için özellikle o yazıyı kaleme aldım. Ayrıca, bugünün gençlerinin hem tarihsel belleğine katkıda bulunmak hem de ellerine farklı bir alet edevat sunmak gibi de bir amacım vardı.

Yazıda şöyle diyorsunuz: “Geçmiş, çakılıp kalınacak, üstüne menkıbeler inşa edilecek bir alan değildir; şimdiki zamanın içinde, geçip giden hayatın içinde tekrar tekrar can bulur. Dolayısıyla, bu şimdiki zamanın içinde yeni sorunlarla ve imkânlarla her karşılaştığımızda hatırladığımız geçmiş de bu şimdiki zamandaki geçmiştir.” ‘70’leri gösterip bugünkü sola vurmaya çalışmak, ‘70’lerdeki şiddetin nedenlerini gözardı  etmeye de yol açmıyor mu?

Tabii. Daha öncesine de gidilebilir ama, T.C.’nin kuruluşuyla başlayan bir şiddet olayı var zaten: Mustafa Suphi’lerin aldatılıp öldürülmesi, Ermeni soykırımına uzanabilecek, Dersim’e gidebilecek bir devlet şiddeti, egemenlerin şiddeti var. NATO’yla başlayan dönemde de, Komünizmle Mücadele Derneği gibi örgütlenmelerle, Sovyet sınırındaki Türkiye’nin konumlandırılma biçimi var. Faşist ve İslâmcı akımların komünistlere karşı kullanılmak üzere güçlendirilmesi, silahlandırılması, Özel Harp Daireleri, paramiliter uzantıları var. ‘60 sonrası hareketler, aynı zamanda, bunlara tepkinin sonucu. Faşistlerin, polislerin öldürdüğü insanlar, Kanlı Pazar derken, devrimciler silaha sarıldı. Bunlar daha çok kendini, hareketi korumaya dönük şeylerdi. Bir yandan da, başka bir yol olmadığı, parlamenter demokrasi denen şeyin göstermelik olduğu, bunun aslında bir faşizm olduğu, buna silahla karşı koymak gerektiği, devrimin başka yolunun olmadığı şeklinde görüşler çıkıyordu. THKO’ya, THKP-C’ye, TİKKO’ya giden süreç zaten bunların ifadesi. Giderek bir devrim programı olarak benimseniyor şiddet, iktidarın başka herhangi bir muhalefet biçimine izin vermeyeceği tespitinden yola çıkarak. Bu tespiti haklı da görebiliriz. Yani iki ayrı belki, ama birbiriyle de kesişen süreçten bahsedebiliriz. Bir yanda daha kitlesel düzeyde özsavunmaya, gündelik hayatı sürdürmeye, yaşam alanlarını korumaya dönük bir şiddete başvurma yöntemi var, diğer yanda devrim programı olarak şiddet. ‘70’li yıllara geldiğimizde faşist saldırıların, katliamların boyutları ortada. O koşullarda devrimciler silaha sarılmasaydı demek biraz abes bir durum. “Vietnamlılar Amerika’ya karşı savaşmasaydı”, “Cezayirliler Fransızlara direnmeseydi” demek gibi bir şey. Diğer yandan, stratejik olarak silahlı mücadeleyi benimseyen gruplarınkini de kör bir şiddet gibi anlamamak lâzım. Rastgele yapılan, her önüne gelenin, hatta her faşistin öldürüldüğü bir süreç değildi. Hedefleri mümkün olduğunca seçerek, etkilerini değerlendirerek yaşandı o strateji. Silahlı mücadeleden ayırır kendisini silahlı propaganda. Orada amaç silah değil, şiddet değil, esas olan propaganda. Ama bunu yapmanın bir yolu, yordamı olarak da silah gündeme geliyor. Bu, illâ silaha başvurulacağı anlamına da gelmiyor. O zamanki silahlı mücadele anlayışı, daha çok bir halk örgütünün, iki ordunun ya da bir orduyla bir gerilla birliğinin karşı karşıya gelmesi demekti. Silahlı propaganda bundan farklı, eline silah alıp sağa sola ateş etmek, asker, polis diye herkesi öldürmeye kalkmak değil. Tamamen seçerek, politik etkisini, propaganda etkisini düşünerek bir eylem tasarlıyorsun... Soruda geçen “geçmişe çakılıp kalmamak” özellikle önemli. Geçmişi mümkün olduğunca her boyutuyla ortaya sermek, belleğin parçalarını bir araya getirmek önemli olsa da, bundan menkıbeler türetmek de hiç gerekmiyor. Hayat akıyor. Bugünün bambaşka —ya da diyelim çok benzer— gerçeklikleri içinde söyleyecek yeni laflarımız, o günden bugüne taşıyacağımız, taşıdığımız için de içine zamanın tozunu toprağını kattığımız sözlerimiz olmalı. Yoksa “yaşadım!” diyebilmenin bir anlamı kalmaz. Askerlik anılarıyla, gençlik hatıratlarıyla bugünü yaşamak imkânsız..
.
1 Mayıs’larda birkaç bankanın camını indirmek, terör faaliyeti olarak gösteriliyor. Son 1 Mayıs’ta Mecidiyeköy’de silahsız eylemcilerin polisle çatışması üzerine bazı anarşist gruplara ev baskınları düzenlendi, dokuz kişi tutuklandı. Halbuki anlatıldığı gibi bu eylemlerde “küçük esnafın ekmeğiyle oynanıyor” değil. Anlık gelişen eylemlerde de hedefler seçiliyor, ama şiddetin boyutları ‘70’lerle karşılaştırılamaz herhalde. Buna mukabil, devlet şiddetinin boyutları çok daha aşırı.

‘70’lerdeki bazı grupların hedefi, oligarşi diye tanımlanan bir azınlık gruptur. Bunun içinde Amerikan emperyalizmi vardır, tekelci burjuvazi, “işbirlikçiler” denen kesim vardır ve esasen hedef bunlardır. Devletin, iktidarın ya da sistemin “beynine” yönelik eylemler esas alınır. ‘70’li yıllarda anti-faşist mücadele de silahlı mücadelenin hedefleri arasına girdi ama, bu her zaman için sorunlu olmuştur. Bunu devletin bilerek önümüze çıkardığını düşünenler de, bu alana hiç girmeden silahlı mücadeleyi sürdürmeye çalışan gruplar da olmuştur. Çünkü bunu bir tür ayak bağı, esas hedefin önünde bir engel olarak görmüşlerdir. Pratikte o şekilde yürümemişti tabii. Yaşam sorunu vardı, okullarına gidemiyordu insanlar, mahallelerinden çıkamıyorlardı ya da... 1970’li yıllar, devletin şiddetinin, ikna ya da pasifikasyon gücünün bugünkü kadar gelişmiş, sofistike olmadığı yıllar elbette... Evet, paramiliter güçler var ortada, ama devlet onlara muhtaç bir anlamda. Ayrıca sol hareketin Türkiye topraklarında görüp göreceği en kitlesel, en kalabalık dönemlerden biri olduğu da söylenebilir. Dolayısıyla o koşullarda sistemle devrimci güçler arasındaki ilişki ve denge bugünkü koşullardan çok farklı. Bugünün “denetim ve güvenlik” devleti konsepti çok daha güçlü bir yapıda, muhalif kesimin gücü ise çok daha cılız, etkisizleştirilmiş, bu nedenle belli bir güç dengesi oluşamadığından sistem açısından her itirazı susturmak, engellemek daha kolay ve daha yaygın bir durum.
 
12 Eylül’ün “kardeş kardeşi vurdu” söylemine “sağcının kullandığı silahı ertesi gün solcu kullanıyordu” iddiasıyla döndük…

Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum, zira faşist hareketi esasen devlet güçlendirdi. NATO stratejileriyle, kontrgerilla örgütleriyle geliştirilen bir alan bu. MHP yayınlarına, benzerlerine baksak, bunun izlerini hep görürüz. Komando kampları var, polisin, devletin tamamen yanlı tutumu var, Demirel’in “bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” lafı var. 12 Eylül’den sonra MHP “fikrimiz iktidarda, kendimiz içerdeyiz” dedi… Nesnel olarak devlet ve onun paramiliter güçlerinin, yükselen işçi hareketinin, öğrenci hareketinin, köylü hareketinin önüne çıkardığı, bunu yaparken de “komünizm”, “vatan-millet” edebiyatının arkasına sığındığı bir hareket… Devrimcilerin de bunu püskürtmek adına yaptıkları bir mücadele var. Yani, birbirine denk şeyler değil bir defa.

Isabelle Sommier’nin “Devrimci Şiddet” başlıklı kitabı bu ay sizin çevirinizle yayınlandı. Sommier, Almanya, İtalya, Fransa, Japonya ve ABD’de aynı dönemlerde, 1970 civarında ortaya çıkmış benzer örgütleri özgün niteliklerini, yerel özelliklerini de vurgulayarak anlatıyor. Bunlar, bugün bol keseden kullanılan “terör”ü yöntem olarak gerçek mânâda benimsemiş örgütler: Almanya’da RAF, İtalya’da Kızıl Tugaylar, Fransa’da Doğrudan Eylem, Japonya’da Japon Kızıl Ordusu, ABD’de Weather Underground Organization…

‘68’in devamı aslında bunlar. Türkiye’dekine az çok benzer bir tartışma oralarda da yürümüş anladığım kadarıyla. Genelde ‘68’e bir övgü, bir güzelleme yapılıyor, ama şiddet bundan bağımsız görülüyor. Bu araştırma, bu örgütlerin ‘68’in devamı olduğunu ortaya koyuyor. ‘68’i kapitalizme karşı bir isyan hareketi olarak görebiliriz, ki sırf bir öğrenci hareketi değil ‘68, çok ciddi işçi direnişleri, grevler, fabrika işgalleri de var. Bu hareketlerin aldığı bir biçim diyebiliriz bu örgütlere, ama her ülkede farklı farklı şekilleniyor tabii. Şöyle ilginç bir ortaklık da var, özellikle Avrupa, bir de Japonya için söylenebilir: Bu hareketlerin geliştiği ülkeler, II. Dünya Savaşı’nda faşizmin olduğu ülkeler. Genç kuşak, faşizmin yok olmadığının, demokrasiye falan geçilmediğinin, kadroların, anlayışın aynı olduğunun farkında. Almanya ve Japonya’da bir tür sömürgeleştirme söz konusu . Savaşın mağlubu ilan edilerek Almanya her tür ordudan bağımsızlaştırılıyor, Japonya’nın her yerinde Amerikan üsleri var…

Bu örgütlerin hepsinde bir anti-ABD vurgusu var zaten…

Evet. Aldıkları biçimler farklı tabii. İtalya’daki örgütlerin geniş kitle örgütlenmeleri var, RAF ise Batı Almanya’da neredeyse hiçbir kitle çalışması yapmıyor. Japonya’daki ise çok garip bir hareket. Öncesinde çok ciddi bir öğrenci muhalefeti var, ama Japon Kızıl Ordusu daha çok Ortadoğu, Filistin sorunu ve oradaki ilişkileri üzerinden, uçak kaçırma gibi uluslararası sansasyon yaratacak eylemlerle kendini gösteriyor. İtalya’da hareket kitlesel, ama orada faşist örgütlenme de var. Bologna Garı’nda bomba patlatıyorlar, yüzün üzerinde insan ölüyor mesela. Her an darbe beklentisi var İtalya’da.

Bu kitaba Türkiye’den bir örgüt katsaydık, kimi katardık?

‘70’lere gelirken silahlı hareket esas olarak üç kolda yürüyordu: THKO, THKP-C ve TKPML - TİKKO. ‘74 sonrasında THKO geleneğinden silahlı grup pek çıkmıyor. TDY’ciler var, ama onlar da çok küçük bir grup. Hüseyin İnan’ın yazdığı “Türkiye Devriminin Yolu” broşüründen hareket ediyorlar, o broşürde daha çok Küba değerlendirmesi üzerinden bir Türkiye tahlili var… ‘70’li yıllar, büyük oranda THKP-C’li yıllar demek. Dev-Yol, Kurtuluş gibi bir skalayı da düşünürsek, bayağı geniş bir kitlesel durum söz konusu.

Diğer ülkelerden en çok hangisine benziyor Türkiye’nin ve THKP-C’nin durumu? Benzerlikleri, farklılıkları neler?

THKP-C’nin de öncülü, ‘60’lardaki toplumsal hareketler tabii. İşçi hareketiyle, öğrenci, köylü hareketleriyle birlikte düşünmek lâzım. THKP-C’nin oluşum süreci de hızlı. Ne kadar tamamlanmıştır, tartışmalı. THKP-C’ye dair en önemli belge “Kesintisiz”dir. “Kesintisiz 1” olarak adlandırılan belgeyle “Kesintisiz 2-3” arasında da ideolojik, terminolojik farklar vardır. Oradan oraya nasıl geçildiğini ben de şahsen merak ediyorum.

İki belge, dolayısıyla iki tercih arasındaki temel ideolojik farklar ne?

Bir kere, “yeni sömürgecilik” tespiti var. Türkiye’de daha önce yarı-sömürge, yarı-feodal tespitleri var genellikle. Yeni sömürgecilik ise, bugüne kadar uzanabilecek bir yolun öncülü gibi. Emperyalizmi gizli işgal statüsüne koyuyor ve ülkedeki egemen ilişkilerin içinde bir unsur olarak görüyor. Eskiden olduğu gibi emperyalizm topla tüfekle girmez, sermaye ihracının çeşitli biçimleriyle girer diyor. Hamasi bir Amerikan karşıtlığıyla bir yere varılamayacağı bugün daha net görülüyor. Bunun ulusalcı versiyonlara sıçrama ihtimalini de az çok gördük. O gizliliğin tespiti önemli gibi geliyor bana. Yine “sunî denge” kavramı var “2-3”te. Iskalanan bir kavram, yahut “sunî denge her an bozulabilir” gibi bakılıyor. Halbuki her an bozulup da insanlar isyan edecek değil. Benim hissettiğim vurgu şöyleydi: Bütün çelişkiler olgunken neden insanlar isyan etmez, bunu engelleyen mekanizmalar nelerdir?.. Daha sonraki okumalarımızda da, Althusser’in “devletin ideolojik aygıtları”nı, Chomsky’nin “rıza imalâtı”nı, Gramsci’nin “hegemonya”sını gördük. Bunlar hep “sunî denge” kavramının içini doldurabilecek şeyler: İnsanlar şu şu nedenlerle isyan etmiyor ve bu da bugünden yarına halledilebilecek bir şey değil... Mahir Çayan bu kavramları nereden buldu, geliştirdi, bilemiyorum. Bu hareket, Tükiye’deki geleneksel düşüncenin biraz dışına çıkmaya çalıştığına dair bir izlenim bırakıyor. Pratiğine de baktığımızda, Kızıldere öncesi birkaç eylem vardır, onlar da banka soygunu, adam kaçırma. Kızıldere’yle zaten bu pratik sona eriyor. Sonraki süreçte de pek bir kadro aktarımı yok.

Dolayısıyla THKP-C de RAF, Kızıl Tugaylar gibi bir örgüt değil tam olarak... 

Tabii. Ama çok hızlı yaşanmış, irade dışı bir şekilde kesintiye uğramış bir süreç. Silahlı mücadele de zaten hiçbir zaman körü körüne, sadece silah demek değil sol açısından. Solun dünyaya, insanlara bakışı bunun önünde engeldir zaten. Mümkün olduğunca “iyi” hedefleri bulmayı amaçlamak söz konusudur. THKP-C için de, sonraki hareketler için de esas hedef kitleselleşmekti. RAF’ın mesela, böyle bir niyeti asla yok. Sistemin beynine vurup orada hasara yol açmayı, zayıflatıp çökertmeyi amaçlıyorlardı. Ama Türkiye’de bunun böyle olamayacağına, bunun ancak kitleselleşerek mümkün olabileceğine dair kesin bir inanç vardı. Bu yüzden de devrim bugünden yarına olabilir bir şey olarak görülmedi. “Bu uzun vadeli bir süreçtir, biz bunun belki öncüsüyüz, belki değiliz, arkadan kitlelerin katılması lâzım, bu dolambaçlı, engebeli bir yoldur” dendi. “Kesintisizler”de devrimin aşamaları çizilir, bugünden bakıldığında komik de gelebilir, belki hayat hiçbir zaman böyle işlemiyor ama, şehir gerillasının yaratılması, ardından kır gerillasının yaratılması, şehir gerillasının geliştirilmesi, halk ordusunun kurulması, denge oluşturulması, tekrar şehirlerin kuşatılması gibi karmaşık ve uzun bir süreç öngörülür, ki THKP-C bunun en başında yok edildi. ‘74-’80 arasındakiler de çok kısa sürmüş hareketler.

Silahlı propagandayı en çok benimsemiş olan MLSPB mi?

Değil tabii. THKP-C Eylem Birliği var mesela, daha çok Ege bölgesinde faaliyet gösterdi. Acilciler var, Halkın Devrimci Öncüleri var, Devrim Savaşçıları var, daha başka gruplar var. MLSPB’yi o zamanki basın Avrupa’daki örgütlerle çok örtüştürdü, “Türkiye’nin Kızıl Tugaylar’ı” gibi manşetler atıldı. RAF’la da örtüştürmek mümkün, ama aslında Tupamarolarla daha fazla benzerlik kurulabilir. O da propagandaya önem veren, mümkün olduğunca az silah kullanarak en fazla etkiyi yaratmaya çalışan bir hareketti.

Kaçar kişilik örgütlerden bahsediyoruz?

MLSPB toplam dava iddianameleri, herhalde bin kişiyi kapsıyordur. Kadro düzeyinde baksak, idam verilenlere, müebbet alanlara, ölenlere baksak, elli-yüz arasıdır… Birikim’deki yazıyı yazmamın asıl amacı, insanların bunları bilmemesi. Birçok insan hayatını feda etti, birçok arkadaşımız çatışmada, işkencede öldürüldü. Sayısız insan direndi. Cezaevlerinde direndiler, yaptıklarını, eylemlerini mahkemelerde savundular. Silahlı örgütlerin hiçbiri “biz örgüt değildik” demedi. Bunların unutulmaması gerekir. Doğrudur, yanlıştır, üzerinde tartışılır, başka sonuçlar çıkartılabilir, bu ayrı bir konu, fakat bunlar vardı, bunları yok saymak doğru değil. O yüzden bunu öncelikle yazmak istedim. Bir de yakınlarda Birikim “silahlı mücadele” diye bir sayı yaptı. Onu okuyunca sinirlendim. RAF var, Türkiye’den bir Dev-Yol’cuyla uzun bir röportaj var, başka da tek satır yok. Halbuki o dönem Dev-Yol’un silahlı mücadeleyle ilişkisi programatik bir ilişki değil, savunma niteliğinde, kendiliğinden gelişen bir süreç. Ama bunu program olarak önüne koymuş hareketler vardı. Öyle bir sayıda bunların yer alması gerekirdi. 

Yazınızda otobiyografik unsurlar da var…

“Hapishane Çağı”nı da otobiyografik kaygılarla kendi kafamı netleştirmek için yazmıştım. Sonra bundan daha geriye dönmeyi düşündüm. O dönem içinde bulunduğum hareket özelinde, mümkünse o dönemki diğer silahlı hareketleri de kapsayacak bir şeyler yazmayı hayal ediyordum. Zor bir konu, çünkü bu hareketlerin yazıları sınırlı sayıda. Bugün onlara ulaşmak büyük oranda imkânsız. Geriye kalan, eylemleri, pratikleri. O pratiklere ulaşmak da zor, mesela MLSPB’nin o dönemde 1 no’lu bülteni vardı, eylemleri sıralıyor, üstleniyordu, ona bile ulaşmak zor. Daha sonra savunma olarak hazırlanan bir kitap var, “Şafak Yargılanamaz” diye, orada eylemler mevcut. Geriye gazeteler kalıyor. Isabelle Sommier’ninki gibi bir kitap  yapmak zor. Orada olan eylemler de, eylemleri yapanlar da az çok belli. Ama Türkiye’nin o yılları çok karmaşık.

Çok da örgüt var, değil mi? Bunca seçenek arasında tercih yapmak zor değil miydi?

Buna genel bir cevap vermek zor. Herkesin ilişkide olduğu çevreyle ilgili. “Hepsini inceledim de şuna karar verdim” demek çok zor. Bunu demiş insan var mıdır? Bunun çok da önemli olduğunu düşünmüyorum. O dönemi, insanların özgürlük, adalet, eşitlik arayışı, bunun çeşitli tezahürleri olarak düşünüyorum. Herkes aklının, yüreğinin yettiği kadarıyla bir tavır aldı. Yazıda da belirttiğim gibi, 15-25 yaş arasıdır o dönemin insanları, 25’in üzeri azdır. Şimdi bizim çocuklarımız o yaşa geldi. Yapılan, göze alınan şeylerin çok büyük olduğunu düşünüyorum. Bugün o yaştaki insanların pek göze alabileceği şeyler değil. Sonradan tukaka edilmeye çalışıldı, bir yığın psikolojik etkenle açıklanmaya çalışıldı ama, bana kalırsa, insanların kendilerinden vazgeçerek bir şeyler yapmak, dünyayı değiştirmek istemeleri hâlâ önemli. Bu da herhalde yaşanabilecek en yüce, en güzel duygulardan biri.

Bu dönemin az yazılmış çizilmiş olması da ilginç değil mi? Hatıratlar dışında, edebiyata, sinemaya da verimli aslında...

Bunların bilinmesi birçok açıdan önemli. Geçmişte neler yapıldı, insanlar bunu bilsin, yine tercihlerini buna göre yapsın. Bu tür hareketlerde suskunluk da var. Ağır bir durum. Başka bir yerden baksan, Raskolnikov’vari hesaplaşmalara da götürebilecek bir şey... Belki insanlar bu hesaplaşmalara şahsî olarak girmek istememiş de olabilirler. Hapishanelerde, dışarıda ciddi bir ezilme oldu. Özal döneminde başlayan köşeyi dönme edebiyatı insanları etkiledi. İçeriden çıkan çoğu insan sisteme uyum sağlamaya çalıştı, geçmişini inkâr eden, unutan insanlar da oldu. Bu insanların devrimci olma sürecindeki tercih nedenleriyle ilintilidir belki bu. Mafyalaşma içine girenler de oldu. Dağılma, parçalanma gibi çok boyutlu bir süreç yaşandı. Sistem karşısında o değerleri, geçmişteki varlıklarını savunarak, dönüştererek savunan insan az. 

Demin MLSPB’nin asıl Tupamarolardan etkilenmiş olduğunu söylediniz. Ne tür eylemler benzeşiyordu?

Migros kamyonları kaçırılıp gecekondu bölgelerinde halka dağıtılırdı mesela. Propaganda amaçlı banka soygunlarına “kamulaştırma” deniyordu. Bunlar hep Tupamaroların eylem tarzına yakın. Batı Avrupa’daki silahlı hareketlere özel bir yakınlıkla bakılmadı. Onlar metropol ülkelerdi o zamanki anlayış çerçevesinde. Ama bunlar belirleyici yanlar değil. Esasen bir THKP-C çizgisi ve onun sürdürülmesine odaklanmış bir hareketti. Daha çok buranın tespitini ele alan bir yapı... MLSPB militanlarının çoğunluğunun, siyasî pratiklerinde ve eylemlerinde olduğu kadar, şubelerde, hapishanelerde, işkencehanelerde de yaşattıkları tavizsiz, onurlu tavrı ve bu tavrın ideolojik bir bağnazlığın izini taşıyarak değil, bir tür “şenlik” havasında, doğallığında fütursuzca yaşanması, onları politik bir tutumun da ötesinde etik bir duruşa yakınlaştırıyor, belki de Batı Avrupa’da RAF gibi örgütlerin etrafında örülü haleyle benzeştiriyor. 

THKP-C çizgisi bir yana evde Mahir Çayan’ın resmini bulundurmak bile iddianamelere suç delili olarak giriyor bugün…

Çok temel bir fark var gibi geliyor bana. 12 Eylül’de yakalanırsın, bir-üç-beş ay şubede işkencedesin, konuşmazsın, çözülmezsin, hakkında da delil yoktur, sonuçta mahkemeye girsen bile bırakılırsın. Son yıllarda böyle olmuyor. İşkence yoksa da, neyle suçlandığını bilmiyorsun. Senin özel olarak kimse ifadeni de istemiyor. Hakkında ifade olması da gerekmiyor. Şüpheli, muhalif görülmen yetiyor, uzun süre hapiste kalıyorsun. O zamanki hukuk içerisinde bile birtakım nesnel verilere ihtiyaç duyuluyordu, bir ifade olması gerekiyordu, sen demelisin ki “ben falanca örgütün şurasında burasındayım, şu eylemlere katıldım”. Ya da senin hakkında birinin bunu demesi gerekiyor. Bugün kimseden böyle bir ifade alınmıyor. Bugün insanlar normal faaliyetlerinden ötürü tutuklanıyor, gazeteciyse yazıları suç olmaya başlıyor. Öcalan’ın avukatıysan, bir döneme kadar avukatlığını yapıyorsun, sonra yaptığın her şey suç haline geliyor. Neyin ne zaman, ne aşamada suç olacağı meçhul...  

‘70’lerden, MLSPB’den bakınca, taş ve Molotof nasıl geliyor “silah” olarak size?

(gülüyor) Alâkasız tabii. Silahlı mücadele ya da propaganda kapsamında olmadıkları çok açık. Zaten artık neyin terör tanımı içerisine girdiği meçhul. Kitaplar, yazılar… “Örgüt üyesi olmadığı halde örgütü destekleyen faaliyetler” gibi muğlak tanımlar var. Kapitalist sistem düzeyinde hukukun yeri, işlevi değişti aslında... “Aksi kanıtlanana kadar herkes suçsuzdur”dan “aksi kanıtlanana kadar herkes suçludur” zihniyetine geçildi. “Terörizm” algısı herkesi, hepimizi kapsayabilecek boyutta... 11 Eylül’den sonra “terörist” kavramı çok daha geniş kesimlere uygulanıyor. Sanıyorum en son Kanada’da çevreyle ilgili eylemlere katılanları da terörist olarak nitelemeye başladılar. Güvenlik devletinin, totaliter, baskıcı devlet modelinin yerleşmesi söz konusu. Muhalif olan herkesi terörist olarak niteleyebiliyorlar. Anlaşılan o ki, bunun için silahla bir ilişki de gerekmiyor.

Hapishaneler de değişti. “Hapishane Çağı”nda anlattığınız gibi, iyice modernize edilmiş ve yalıtılmış hücrelere döndüler…

Metris Cezaevi sabah akşam işkencenin olduğu bir yerdi; kaba dayak, her türlü işkence vardı. Sürekli marşlar çalınırdı. Gecenin bir vakti koğuşlara operasyon düzenlenirdi. Tek tip elbise giymediğin takdirde don gömlek kalıyorsun, ziyaretlere çıkamıyorsun, avukatla görüşemiyorsun, kitap yok, kalem yok, defter yok. Uzun yıllar böyle yaşadık. Sonra bizi de hücreye aldılar, Sağmalcılar Cezaevi’nde bir hücre sistemi kurmuşlardı, iki yıl kadar da orada kaldık. Kimseyle hiçbir ilişkin yok, yan tarafta hiç tanımadığın insanlar var, duvardan haberleşerek onlarla ilişki kurmaya çalışıyorsun, kapıdan yemek veren gardiyanı bile görmüyorsun… Ama tecridin, hele ki artık iyice modern koşullardaki tecrit sistemlerinin steril bir ölüm sağladığı, kurşunsuz öldürdüğü bir gerçek. İnsan dediğin sosyal ilişkilerle kurulan bir varlık, bütün bunların parçalandığı bir süreç yaşıyorsun. F Tipi denilen, büyük oranda RAF’ların yaşadığının tekrarı büyük ihtimalle. Çok daha modernleşmiş baskı yöntemlerinin olduğu kesin. Ama yıllar yıllar sonra o tecritten çıkıp da “devlet kaybetti, ben kazandım!” diyebilen RAF militanlarını görmek insana olan inancı tazeliyor...

Yazıda şöyle diyorsunuz: “İmkânsız politika: ‘Aşırı sol’ hareket kendini politik bir terminoloji ve eylem içinde ifade etmişse de, radikalliği, uzlaşmazlığı, pazarlıksızlığıyla, vakitsiz dünyaya gelmiş bir tür sanatsal avangarda daha yakındır.”

Evet, çok farklı açılardan yaklaşılabilir. Orada ilgimi çeken tekillik. Tekrarlanamaz olmak gibi: Marcel Duchamp’ın yaptığını bir daha tekrarlayamayız. John Cage’in sessizliğini bir daha tekrarlarsak, çok fazla anlam taşımayabilir. Onlar bir kere yapıldığında anlamlı. Avangard sanat bana hep öyle geliyor. Bir kereye mahsus, tekrarlanamayacak olan... Onun bir simülasyonunu yapamayız. Yine avangard sanat yapacaksak, söylenmemiş, yapılmamış başka bir tavrı denememiz gerekir. Silahlı propaganda kavramı da bana böyle geliyor. Silahlı propagandada çarpıcılık önemli, insanları sarsmak, etkilemek önemli. O yüzden seçici olmak, bütün o eylemi en ince ayrıntısına kadar tasarlamak, bir tür sanat eseri gibi düşünmek gerekiyor. Birçok eylemin de böyle olması için çalışılmıştır. Ama bu sürekli tekrarlanabilir, yaşanabilir bir nokta değil. Bunlar insanlık tarihinde birtakım anlar. RAF’ınkiler de, bir daha tekrarlanmayacak eylemler. Gerçekten de başka şeyler yapmak gerekir, aynı etkiyi yaratabilecek başka şeyler yapılabilir, bulunabilir. İnsanları konformizmlerinden sıyıracak, sarsacak şeyler... İnsanların dünyaya başka türlü bakacağı, gündelik hayatın rutinini kıracak şeyler... Birdenbire insanların işe gitmemesini, tüketmemesini sağlayacak eylemler yapmak lâzım belki de 2000’li yıllarda...

Duchamp’ın pisuarı ya da Cage’in sessizliği aynen tekrarlanmadı belki ama, çağdaş sanatın enstalasyonlarından elektronik müziğe, yepyeni bakış biçimlerine yol açtılar ve hatta kitleselleştiler. ‘70’lerin yöntemleri neye dönüşebilir?

20. yüzyıl tarihi boyunca silahlı propaganda, dünyanın her yerinde, Rus narodniklerinden Batı Almanya’ya, Latin Amerika’dan Türkiye’ye dek, hiçbir işe yaramadıysa, sömürücülerin, zorbaların rahat uyuyamamasını sağladı, ezilenlerin adalet duygusunu bir nebze de olsa karşıladı. Bugün de benzer işlevi görecek, belki başka araçlarla, başka bir dilde, ama aynı vicdan ve adalet duygusuna hitap edecek, insanlara bellek oluşturacak, isyan edilebilir olduğunu gösterecek yol, yordam gerekiyor... Bugün de her alan biraz gerilla mücadelesi gibi. İktidarın tek bir merkezi yok, bu iktidar çok dağılmış ve mücadeleler  çok parçalı. HES’ler, nükleer, taşeronlaşma, sınıfsal sorunlar, yaşam alanlarımız, şehirlerin hali, mutenalaştırma, ranta dönüştürülen ormanlar, siyasal şiddet... Her alanda bir mücadele var. “Kolon” gibi. Geçmişteki o terimde bir gerilla odağı gibi düşünmek, her alanı tek başına, kendinden menkul gibi örgütleme çabası vardı. O geçmişin bugün aldığı bir biçim bence bu. Avangard, öncü olmanın bugünkü ifadeleri gibi. Kolon örgütlenmesinde, tek bir hücre bile kalsa bütün mücadele biçimlerini sürdürebilmektir amaçlanan, merkeze bağımlılıktan azade bir durum söz konusudur. Tek kalırız, dört-beş kişilik bir hücre, silahlı, politik, ideolojik, bütün faaliyetleri sürdürebilir olmamız gerekir, dergi de çıkartabilir olmalıyız mesela... Politik avangard, elbette tüm 20. yüzyıl pratiğine bakıldığında sorunlu bir kavram. 20. yüzyıl Bakunin’i haklı çıkardı. Ama bütün bu pratik ve teorik zenginlik üzerinden hayata yeniden bakabilmek gibi bir şansımız var, bunu kaçırmamalıyız. Bugün kapitalizmin yarattığı tahribat o kadar büyük ki, insanlar tepkilerini nasıl gösteriyorsa göstersin. Bu tepkiler bizim istediğimiz gibi olmayabilir ya da bu tepkileri tektipleştirmemiz hiç gerekmeyebilir. Aklı, yüreği neye el veriyorsa, herkes o şekilde isyan etmeli. Dünya tarihi böyle bir şey. Bu riskleri almadan hayat olmaz. Bugün de eldeki imkân neyse onu kullanıyor insanlar. Üstüne gelen panzere taş atıyor çocuk, ne yapsın atmayıp? Biber gazıyla çocuğu öldürdüler, ailesi tepki gösterdi, onlar da biber gazı yedi. O insanların hayatında belki böyle bir şey yoktu, belki muhalif bile değillerdi. Kimin nerede neyle karşılaşacağını, nasıl tepki göstereceğini, bunun ileride nasıl toplumsal hareketlere dönüşebileceğini bilemeyiz. Wall Street’i işgaller, Arap Baharı, bunlar belki hiçbirimizin tahayyülünde bile yoktu. Kim neyi bulabiliyorsa onunla isyan etsin, çünkü çok da zamanımız yok. ‘70’lerde belki daha çok seçeneğimiz, zamanımız vardı, “o mu doğru, bu mu” diye okuyorduk, ama bugünlerde sorun bu bile değil. Bu anlamda ideolojinin bile çok önemi yok, “Marksizmle alternatifleri arasındaki fark”, “yoksa anarşizm mi” gibi tartışmalar önemli değil. Her yerden saldıran, bütün yaşam alanlarımızı yok etmeye çalışan bir sistem var. Gezegen yok olacak, artık öyle bir noktadayız. Artık sorunun “aydınlanma” olmadığını, ya da aydınlanmanın sorun olduğunu, başka deyişle, bilgi ya da bilinç aktarımı sorunu olmadığını biliyoruz. Egemenlerin avangardı ya da entelektüelleri düşürmek istedikleri mahcubiyetten de çıkarak, farklı bir düzlemde isyan ateşlerini körüklemek gerektiğini, bu ateşler nerede yanıyorsa orada, o düzeyde, o zeminde olmak gerektiğini görebiliyoruz... Devletler ve sermaye zaten yeterince provokatif, yeterince saldırgan. Ne demokrasilerin, ne parlamentonun, ne parti türü örgütlerin sistemi rehabilite edebileceğini veya değiştirebileceğini görecek kadar çok şey yaşadık. Asıl politik olanı, gündelik hayatı değiştirme yönünde adım atmadıkça, üretim - tüketim mekanizmalarını parçalamadıkça pek bir şey olmayacağı ortada. Askere gitmiyorum, vergi vermiyorum, tüketmiyorum, emeğimi satmıyorum demek için, dayanışma ve takas ağları kurmak için, hatta, isteyene kürtaj yapacak ve ücretsiz sağlık hizmeti sunacak hastaneler, ücretsiz ve özgür eğitim imkânı sağlayacak okullar, doğayla uyumlu yaşam alanları kurmak için ne devrimin olmasını beklemeye ne de birilerinin bizim adımıza iktidar olmasını sağlamaya ihtiyaç var. Devrim şimdi ve burada hep olabilir: 2000’lerin gerilla mücadelesi, yeni silahlı propagandası, yeni fokoları buralarda... Tüm dünyada son yıllarda yaşanan deneyim buna işaret ediyor, yaşadığımız tüm sorunların müsebbibinin kapitalizm olduğunu, kapitalizmin kriz içinde olduğunu ve gündelik hayatlarımızın içinde bu ilişkileri parçalayabileceğimizi bize tekrar tekrar gösteriyor. Sorun iktidar sorunu değil. Sistem biziz aslında, onu biz her gün yeniden üretiyoruz gündelik hayatlarımızda, dolayısıyla tam da orada onu kırabilir, parçalayabilir, işlemez hale getirebiliriz...  

Türkiye’deki belli başlı Foucault çevirmenlerinden birisiniz. İktidar, kapatılma, gözetlenme teknikleri deyince akla gelen başlıca düşünürlerden biri Foucault…

Mücadelenin aldığı biçimler itibariyle de öyle. Foucault, “spesifik entelektüel”den bahseder, ona göre artık Sartre tipi entelektüel ortadan kalkmıştır. Türkiye’de yaşanan da biraz öyle. Bir yığın lokal mücadele var, farklı farklı alanlar var, her alanda yürüyen iktidar karşıtı bir mücadele var. Beden üzerinde kurulan iktidar biçimleri, en son kürtaj tartışmaları, biyopolitik kavramının iyi bir örneği. Cezaevleri de öyle. Şehirlerin mutenalaştırılması, şehir içlerinin zenginlere ayrılması… İşyerleri var, zenginsen yüksek güvenlikli siteler, değilsen TOKİ evleri var, bir de alışveriş merkezleri var. Hep kapalı alanlar. Klasik Yunan anlamında insanlarla buluşup tartışabileceğin kamusal alanlar kalmıyor. Foucault’nun birörnek tatil köyleri üzerine yaptığı bir araştırma vardı, şimdi şehirler, şehir merkezleri de öyle. Paris’e, Madrid’e de gitsen, İstanbul’a da gelsen, aynı... Aslında Foucault çağında yaşıyoruz. Denetim ve gözetleme mekanizmaları, modern panoptikonlar kamusal ve özel her alanda, hayatın içinde. Sokaklar, meydanlar, bütün mekânlar gözetleniyor, cep telefonlarıyla, internetle özel hayatlar didik didik ediliyor, biyopolitik mekanizmalarla beden üzerinde denetim kuruluyor, iş ve aile hayatı arasında bölüştürülmüş, AVM’lerin, televizyonun, futbol maçlarının sunduğu gösteri imkânlarıyla çevrelenmiş hayatlar... İktisat ve güvenlik deyince akan sular duruyor, bütün her şey bunlara tâbi. Sistem bunlar üzerinden yürüyor. Hapishane hayatlar yaşıyoruz. “The Wall” filminin sahneleri gibi, tek sıra olmuş, bir makineye doğru öğütülmek üzere yürüyoruz... Bütün bunlara baktığımda, yeryüzünün bütün muktedirlerinin, devletlerinin, sermayelerine sermaye katan para babalarının üzerinden yeryüzünün tüm lanetlilerinin, ezilenlerin, sömürülenlerin, mülksüzlerin, dışlananların ahının, lanetinin eksik olmamasını diliyorum... Üstelik bunu, salt sınıfsal kaygılarla değil, —Leninist “ikameci” söylemi hatırlatsa bile— insanlık adına, kâr ve iktidar hırsıyla eritilen buzullar adına, yağmalanan ormanlar adına, soyu tüketilen hayvanlar adına, mutenalaştırılan şehirler adına, yaşam alanlarından sürülen halklar adına, dilsizleştirilen, kültürsüzleştirilen topluluklar adına, iğfal edilen bedenlerimiz ve ruhlarımız adına, aptallaştırılan beyinlerimiz adına da diliyorum... Enternasyonal’in o güzel sözleriyle, bu gerçekten “son kavgamız” artık, gezegenin zamanı kalmadı, zaman ve mekân adına ediyorum bu bedduayı... Bütün bu iktidar sahiplerinin, maddî ve manevî sermaye sahiplerinin, devletlilerin kendilerini bir an bile güvende hissetmemeleri, yataklarında huzurlu uyuyamamaları, en tatlı anlarında, orgazm olurken bile ezilenlerin lanetinden korkmaları, kale gibi güvenlikli sitelerinde, köşklerinde, bilmem hangi kozmik odalarında kendilerini, kasalarını güvensiz hissetmeleri en büyük dileğim... Ve insanım diyen herkesin de hem kendi adına hem kâinat adına bu dilekte bulunması, bu vahşi, talancı kapitalizmin, bu devletlerin yıkılması ve o muktedirlerin bu yıkıntının altında kalması için elinden geleni yapması gerektiği kanısındayım...

Söyleşi: Merve Erol
Express, sayı 129, Haziran 2012

27 Şubat 2012 Pazartesi

İsmail Yıldız'ın (Rawin Sterk) Vicdani Red Açıklaması



Dünyanın Ezilen Halkları, Yeryüzünün Bütün ‘Lanetlileri’ ve Türkiye Kamuoyuna

Üzerinde yaşadığımız kürenin birkaç kapitalist üretim merkezinin, dünyamızı adeta mayınlı bir sahaya çeviren politikaları sonucunda her gün binlerce yoksul ya da yoksun insan yaşamını kaybetmektedir. Dünyayı kendi yörüngelerinde tutmak için sarıldıkları tek argüman olan öldürmeyi, biz ‘cüzamlılara’ tek hak olarak sunan emperyalist bloğun bu tavrı Kolombiya’dan Filistin’e, Latin Amerika’dan Kürdistan’a, Afganistan’dan Tamil coğrafyasına kadar her tarafı bir insan kıyım mezbahasına çevirmiştir. Ürettikleri kimyasal ve biyolojik silahlarla üzerimizdeki mezar taşını her geçen gün biraz daha kalınlaştıran militarist hâkimiyet, hayatımızın her alanına yerleştirdiği dijital gözleriyle de özel hayatımızın her karesini hallaç pamuğuna çevirmektedir.

Ellerindeki bindirilmiş kıtalarla, tepemizden indirmedikleri silahlarıyla her gün yeni savaşlar yaratıp, kâinatın bütün kurallarını hiçe sayarak, dünyayı adeta bir toplu mezara çevirmişlerdir.
Kapitalist militarizmin ince ayarlarıyla, kurdukları ordulara dahil edilen yoksul ve yoksun insanlara birbirlerini öldürmeyi mecbur kılan hakim güçler, yarattıkları bu vahşetin en korkunç örneklerinden birini dün olduğu gibi bugün de Kürt coğrafyasında sahnelemektedir.

Cinsiyet ayrımcı politikalarıyla insan olmanın temellerine dinamitler döşeyerek bütün insan olma ve özgürlük alanlarını ortadan kaldırmıştır. Silahlarıyla biz ‘lanetlileri’ yok ettikleri yetmiyormuş gibi, bir savaş müptelalığıyla, doğamız tahrip edilmekte, ormanlar yakılmakta ve en temel hak olan su bile bize çok görülmektedir.

İşte bütün bu gerekçelerle bizlere düşen, bu kirli satranç oyununda piyon olmayı reddetmek, savaşların bir parçası olmamak ve birbirimize namlu doğrultmayı kabul etmemektir. Ben de; akıl, izan, vicdan ve insaftan yoksun gerekçe ve haktan azade delillerle şuan tutuklu bulunmaktayım. Kaldığım Kocaeli 1 No’lu F Tipi Cezaevi, dünyadaki on binlerce hapishanelerden biri olup, yüzlerce kişi ailelerimizden, dostlarımızdan ve özgürlük düşlerimizden mahkûm edildiği bir kara deliktir.

Ben de; en başında annesinin karnında bir bebek olarak, bir tiyatrocu ve gazeteci olarak, bir Kürdistanlı olarak, bir anarşist ve savaş karşıtı olarak, bir anti-kapitalist ve anti-militarist olarak, kısaca, yeryüzünün bir lanetlisi olarak öldürme makinelerine dönüşmüş ordulardan birinde yer almayı reddediyorum.

Evrende sadece ve sadece küçük bir parçacık olarak, taştan, ağaçtan ve kuştan hiçbir farkım olmadığını bilerek, evrenin bana tanıdığı hakkı kullanarak asker olmayı reddediyorum. Evrene, insana ve barışa olan inancım ve saygımdan, özgürlük tahayyülümün kapsamında asla yeri olmayan savaş ve öldürmeyi reddediyorum.

Hiçbir devletin askeri olmadan, hiçbir tetiğin parmağı olmadan, hiçbir liderin, başkanın, kralın, komutanın ve otoritenin emir kulu olmadan yaşamaktaki ısrarım zindanda da, dışarıda da devam edecektir. Temel vasfı öldürmek olmakla birlikte; ayakta kalma çimentosu erkeklik, Türklük ve Müslümanlık olan bir ordunun silahı olmak inancım, düşünce biçimim ve özgürlük tasavvurum içinde bulunmamaktadır.

Ayrıca yakında doğacak olan kızımın nefesini, sesini, emeklemesini görebilmenin ve onun yanında olabilmenin her türlü kutsal ve fetişten daha üstün ve değerli olduğunu düşünerek, onun eline alacağı biberonun, yeryüzü üzerindeki tüm silah ve sahiplerin emirlerinden daha kutsal olduğunu temel düsturum sayarak askere gitmeyi ve silah taşımayı reddediyorum.

Bu gerekçelerle insan olmanın en önemli koşullarından biri olan yaşamı savunarak, öldürmeyi kabul etmeyerek, vicdani reddimi açıklıyor ve savaş karşıtları saflarındaki yerimi alıyorum.
Bir vicdani retçi olarak, yaşamımın geri kalan kısmını, bugüne kadarında olduğu gibi enternasyonalist dayanışma, anti-kapitalist ve anti-militarist bir çerçevede sürdüreceğimi deklare ediyorum.

Yaşasın sınırsız, sömürüsüz, ordusuz, silahsız ve tahakkümsüz dünya!
Yaşasın ezilen halkların enternasyonalist dayanışması!

Rawîn Stêrk (İsmail Yıldız)
Kocaeli 1 No’lu F Tipi Ceza ve İnfaz Kurumu A7/20

23 Ocak 2012 Pazartesi

Qijika Reş Dergisi'nin 5. Sayısı Çıktı..


Felaket Zamanlarının Ardından…


“Hava su ve toprak kirlendi artık
Tuz ve ekmeğe karışıyor yüksek gerilim
Yeryüzünün bütün koordinatları
Barınacak bir yer arıyor
Haritadan silindi yüreğimin meskûn yerleri” [Hicri İzgören]

Doğanın ve devletin kesintisiz afetleriyle kesintiye uğrayan Qijika Reş Dergisi’nin yayın serüveni 5. Sayıyla birlikte kaldığı yerden devam ediyor. Qijika Reş Kolektifinin Van’da yaşayan kimi bireylerinin başka kentlere savrulduğu, kimi bireylerin evlerinden olduğu, her türlü yerleşik düzeninin sarsıldığı, yaşam akışlarının başka kanallara yöneldiği bir dönemde dergiyi çıkarma imkânlarımız ortadan kalktığı gibi, dergiyi çıkarmak istencimiz de haliyle eridi.  23.10.2011 tarihinde saat 13.41’de meydana gelen ve “Van Depremi” olarak kayda geçen yer sarsıntısı, hayatımızın da tam ortasından geçen derin ve kapanmaz bir yarık oluşturdu. İşini, eşini, düşünü, dostlarını, içinde nefes aldığı yaşam kozasını bir anda yitiren bir konuma düşmek, tesbih taneleri misali dağılmak hayatın zorunlu sınır deneyimlerine açılmak demekti.    Milyonlarca insanın çürük ve yüksek beton yığınları içine sıkıştırıldığı, doğadan ve dayanışmadan yoksun sefil kent hayatının doğa karşısında ne kadar kırılgan ve korunaksız bir hayat olduğunu yüzümüze inen ölümcül şamarla bir kez daha öğrenmiş olduk. Bu yönüyle “felaket”e dönüşen deprem, modern yerleşim kurgusunun yarattığı bir sonuçtur diyebiliriz.  Bu felaketin Van kentindeki yansımaları hem aşina olduğumuz insan manzaralarıyla hem de ateşin düştüğü yeri yaktığı tekil acılarla yüklüydü. Van depremiyle birlikte daha da görünür hale gelen sefalet fayı, hiyerarşik tüm yapıların çökerek bir yardım ağını bile organize etmekte ne kadar aciz kaldığını, devletin insan yaşamındaki en büyük külfet olduğunu, varlığı kendinden menkul siyasi temsilcilerin gemiyi ilk terk eden insanlar olduğunu, insanlarla vakti zamanında yüz yüze ilişkiler kuran politik oluşumların ve derneklerin ayakta kaldığı bu acı deneyimi, bu şok dalgasını sanırım hiç kimse uzun süre unutamayacaktır. Van Kadın Derneği, İHD, TİHV ve KESK gibi dernek, sendika ve vakıfların gönüllü insanlara dayanarak yürüttüğü yardım dağıtım çalışmaları her şeye rağmen takdire şayandı. Bu zor zamanlarda, insanlık sınavını yüzünün akıyla geçen bu insanların karnesine düşecek en değerli notların “bu günler” olacağından kuşkumuz yoktur. Özellikle Zozan Özgökçe’nin İstanbul, Ankara ve daha bir çok kent ve ülkeden dâhil olan feminist kadınlarla birlikte VAKAD üzerinden mobilize ettiği kadın dayanışmasının ve Sami Görendağ’ın İHD aracılığıyla dâhil olduğu dağıtımların, kentin en ücra köşelerine ve sahipsiz köylere kadar uzanan bir dayanışma ağına dönüşmesi, özgürlükçü bir politikanın nelere kadir olduğunu, alternatif bir ilişki ve dayanışma modelinin nasıl olması gerektiğini bize somut olarak gösteren, hayata her yönüyle değen çok etkili bir deneyim oldu.
Felaket zamanları, aynı zamanda normların, ayrıcalıkların, husumetlerin ve yasakların askıya alındığı, insanlar arasında hesapsız yakın ilişkilerin kurulduğu, herkesin herkese yüreğini açtığı zaman dilimleridir. Van’ın kalın enseli, mülk sahibi insanlarının bir soğuk çadırı en “dipteki” insanlarla birlikte paylaşmak zorunda kalması, normal zamanlarda yüzüne bile bakmayacakları insanlarla aynı yemek kuyruğuna girmeleri, devrimi yarım kalmış yoksul bir halkın doğanın eşitleyen adaletine şükranlarını sunduğu özel kesitlerdi. Van’daki orta sınıfın iflas bayrağı olan deprem, kimi yoksuların durumunu daha da kötüleştirirken, kimi yoksulların da belli yardımların kendilerine ulaşma umudunu yitirdikleri anda talana yöneldiği bir yaşama savaşının kaynağı oldu. Devlet erkânının, her türlü yardım ve dayanışma çabasını özel olarak engellediği, belli yardımları belli kesimlere ulufe olarak dağıttığı, milliyetçilik virüsünün insan olmayı unutturduğu güruhların bu afeti ilahi bir adalet olarak kutladığı bu zor zamanlarda her şeye rağmen “kardeşlik” ülküsünün daha ölmediğini hatırlatan yardımlar ve paylaşımlarda hiç eksik olmadı. Halklar arasındaki insani köprülerin devlet’e ve “insansız medya aracı”na rağmen yıkılmadığını görmek umudun belki de en büyük ve en anlamlı zaferiydi.


“Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz,
Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına”... [Ahmet Arif – 33 Kurşun]

Bu zaman zarfında bir taraftan doğanın gazabıyla cebelleşen Kürt halkı diğer taraftan devlet denilen felaketin soluk aldırmayan cinayetlerine, katliamlarına ve bir cadı avına dönüştürülen toplu tutuklama operasyonlarına maruz kalmakla boğuştu. İcraatlarıyla hiçbir hukuku tanımadığını ayan beyan bir şekilde ortaya koyan muhafazakâr iktidar, Çukurca yakınlarındaki Kazan Vadisi'nde kimyasal silah kullanarak otuz yedi gerillayı katlettiği gibi, 2011'in bitmesine günler kala Şırnak'ın Uludere ilçesinde sınırda kaçakçılık yapan 19'u çocuk 35 insanı bombalayarak katletmekten de geri durmadı. Bu katliam aynı zamanda yıl boyunca savaş politikası yürütmekte sınır tanımayan AKP iktidarının son kirli operasyonuydu. Kürdistan’da sivil insanları topluca katletme ve faili meçhul cinayetler! sabıkası fazlasıyla kabarık olan bu pişkin devletin, bu katliamı da güvenlik politikasının bir münferit kazası olarak görmesi, “33 Kurşun”lara imza atmaya bundan sonrada devam edeceğinin kararlı bir fotoğrafıydı. “Kaza sonucu ölümü ortadan kaldırıp yerine sistematik ve örgütlenmiş ölümü koyan devletin” (Baudrillard) varlığı devam ettiği sürece bu katliamların ve cinayetlerin devam edeceğini söylemek sinik bir politikanın tuzaklarına teslim olmak anlamına gelmemektedir. Devletin şiddetle varolan varlığını teşhir etmek, devletin ve şiddetin yüklem olmaktan çıkarıldığı bir politikanın aciliyetini ve önemini ortaya koyan kurucu bir siyasetin zorunluluğunu paralel düşünmektir. Tutuklu sayısının dört bin kişiyi bulduğu söylenen KCK operasyonları, iktidarın hiçbir ideolojik hegemonyaya tahammülünün olmadığının ilanı, çıplak bir faşizm, bir temsili diktatörlük anlamına gelmektedir. İstisnanın kural haline geldiği bir savaş politikasının kurumsallaşmasıdır. Bu operasyonlar kapsamında binlerce insanı deli saçması iddialarla kapatan bu polis devletinin mağdurlarından biride Qijika Reş Dergisi’nin Kolektifinde yer alan ve aynı zamanda ANF muhabiri olan Rawin Sterk (İsmail Yıldız) yoldaşımız oldu. İstanbul’daki elimiz, kulağımız gözümüz ve yüreğimiz olan İsmail’in tutuklanması, dergimizin bundan böyle aksayacak çoğu yönünün de sebebini oluşturacaktır. Yaşadığı her ortamı bir dostluk divanına, bir yoldaşlık platformuna ve bir öğrenme okuluna dönüştüren İsmail’in bu kuşatılmış yaşamdan da güçlenerek ve özgürlük tutkusu daha da çoğalmış bir şekilde çıkacağından eminiz. Buradan Qijika Reş Dergisi Kolektifi olarak her zaman yanında ve safında olduğumuzu, davasının takipçisi olacağımızı, en içten sevgi ve selamlarımızla birlikte iletiyoruz. Sen yoksan biz gerçekten de eksik ve yalnızız İsmail Yoldaş. Senin şiirlerine, tiyatro oyunlarına, yazılarına, kızına ve aşkına bir an önce kavuşacağın ve bizlerin de sana kavuşacağı günlerin çok yakın olması dileğiyle. Kargalar tüm felaketlere rağmen en uzun ve kendilerinin belirlediği bir yaşamı yaşamaktan hiçbir zaman vazgeçmezler..

İçindekiler:

005 | Felaket Zamanlarının Ardından...

007 | Anti-Sömürgeci Bir Metin Denemesi – Heyder Bazîd Encü

009 | Nameyek ji bo nîvçezarekî ku wê bê - Rawîn Stêrk

011 | Ortadoğu’da Bir Karşı-Şiddet Pratiği: PKK - Ramazan Kaya

017 | Dıjı serguhartına bajêrên re bajêrên labırentîyê serbıxwe
   Kentsel Dönüşümlere Karşı Direnen Labirent-Kentler - Qîra Qijikê

022 | Kayıp Bir Anarşist Kitap Gibi: Komutan Nasır (Faruk Bozkurt) - Samî Görendağ

028 | Mirî çi dibêjin - Guy de Maupassant

031 | Botan Savaşları: Bir Kuşatılmışlığın Anatomisi 
Hazırlayan: Rawîn Stêrk Aktaran: Mahir Botan

039 | Kelimelerin Baskısı - Leyla Saral

041 | Özne ve İktidar: İktidarın Halkaları - Xezal N. Karaağar

050 | Dipnotlar, Şerhler: Politikayı Yeniden Tanımlarken (2) - Işık Ergüden

052 | Dar Gelirlinin Travması Olmaz - Turan Keskin

054 | Bir Sonraki Deprem Van’ı Sevip de Kavuşamayanlara Gelsin ya da
   Orta Sınıf Bir Van Sakininin Deprem Güncesi - Bilgesu Sümer

065 | Geleceğin Solu - Murray Bookchin

091 | Özgürlükçü Belediyeciliğe Genel Bir Bakış - Murray Bookchin

098 | Ahmet Sezer’le Demokratik Özerklik ve Toplumsal Ekoloji Üzerine Söyleşi

103 | Kapitalist Modernitenin Son’ul Uygarlık Krizi ve Büyük Uygarlık Devrimi - Yasin Bedir

110 | Şiddet Tekeli Karşısında Ahlak ve Vicdan - Ahmet Arslaner

115 | Nev-i Şahsına Münhasır Bir Hristiyan Anarşist: Tolstoy - Alexandre Christiyannopoulos

119 | Hüseyin Kaytan’la Röportaj - Samî Görendağ

126 | Rastiya bazarê, xewna azadiyê - Hüseyin Kaytan / Jiyan Sarya

139 | Brecht’in Boncuğu, Gerçek, Yabancılaşma, Vesaire - Hüseyin Kaytan

144 | Sae’nın Defterinden - Hüseyin Kaytan

148 | Ji rastperestiyê ta helbestê - Bîra Çîya

150 | Mi bilure viraşte eve morê miyanê xo ra - Vladimir Mayakovsky

154 | Anarşizanlaşan Kürtler: Mağdurun Postkolonyal Şiddeti ve Parçalanmış Özne - Engin Sustam

167 | İktidar Tuzağı Olarak Siyasi Şiddet! - Ömer Faruk

176 | Postmodern Zamanda İmaj ve Görsellik - Ednan Şur

183 | Sürgünde Bir Kadın: Rewşen Bedirxan - Berjin Haki

185 | Aydınlanma, Etik ve Sivil İtaatsizlik - Tarık Aygün

200 | Toplu(m) Mezar - Sami Görendağ

205 | Varlık, Politika ve Gölgeler - Mehmet Oruç

211 | Gösterinin Dayanılmaz Çekiciliği - Deniz İlgin

214 | Şahmaran Amedekar - Ömer Dewran

233 | Varoluşun Trajedisi  - Asım Ararat

239 | Sevgili Hayattır! - Ömer Faruk

246 | Zozan Özgökçe’nin Vicdani Ret Açıklaması










20 Ocak 2012 Cuma

Alçaklığın Modern Tarihi - Tarık Aygün

Qijika Reş Dergisi Sayı:4

Şiddetin, katliamın, kanlı savaşların, faili meçhullerin, işkencede öldürülenlerin ya da çocuk ölümlerinin ardından samimiyetle gözyaşı döken milyonlar için, modern dünya ne anlam taşır? Hukukun üstünlüğü, hümanizm, kadın hakları, eğitim, bilimsellik, akılcılık, keza özgürlük dolu bir dünyanın bu sıradan insanları, kendi geçmişlerini dikkate alma gereği hissetmeden, sözüm ona sadece bir kaç diktatör bozuntusu psikopatın, ya da bazı kar ya da çıkar gruplarının sözcüsü haline gelmiş devlet adamlarının kötü niyetli senaryolarını hayata geçirme çabalarından muzdarip olan milyonların bahtsızlığı karşısında neden gözyaşı dökmek dışında bir alternatifleri olacağını hiç düşünme gereği hissetmezler? Ama daha acı olanı bu milyonlar için, yaşanan ve muhtemelen daha da yaşanacak olan sayısız diğer acının ardında sadece ve sadece psikopat şiddet yanlıları ve onlara destek olan çeşitli grupların olduğunu bilmenin getirdiği rahatlıktır ve bu rahatlık ne yazık ki ölümcül bir günahı da tarihimiz olarak ilan etmek üzeredir.

Daha da kötüsü odur ki; çağımızın zavallı kahramanları için yaşananların bir sapma, iyiye, doğruya ve güzele inanan genel insanlık arayışının küçük bir durak noktası olarak görme eğilimidir ki, içimizde en entelektüel olanların büyük bir bilmişlik edasıyla yüzünü özgürlüğe dönen modern toplumun bu sapmalardan kurtulup, son hızla bir dünya cennetine doğru koşmaya başlayacağına yönelik iyimser inancı, dünyayı aynı hızla bir cehenneme çevirme potansiyeline de sahip gözükmektedir. Dün yaşanmış olanların dünde kaldığına yönelik kör inanç, yarın yaşanacak katliamların asla yaşanmayacak olmasının garantisiymiş gibi algılanmaya başlanır.

Modern ve yalnız kalan insanın trajedisi, yaşadıklarımızdan ders alacağımıza yönelik safça inanç, ama ondan önemlisi kendisinin yaşananlarda hemen hemen hiçbir suçu olmadığına yönelik imanıdır. İnsanı alçaltan, bütün bir toplumsallaşma sürecini, kendini koruma dürtüsüyle yıkıma uğratan, bütün dayanışma pratiklerini, bütün karşılıklı yardımlaşma geleneğini arkasında bırakmasına neden olan bu inanç, insanları; yaşananların sessiz bir suç ortağı yapmaktan öteye bir anlam taşımaz ve modern toplum, birbirine benzeyen bireylerin elinden hayata müdahale hakkını alan kolektiflerin denetiminde, yok etmeyi ve gerçek anlamda bir geleceksizliği kaderimiz olarak ilan eder. Modern insanın elindeki tek gerçeklilik insanlığın toplu infazına eşlik eden alkış sesleridir. Bu seslerin gerisinde holocaust vardı, geleceğinde büyük olasılıkla doğanın kendisi ile birlikte bütün bir insanlık olacak.

Sadece Nazi kamplarını kurduğu için Modernite’den nefret etmeye gerek yok. Modernizm ne kadar katil olabileceğini çok daha önceleri Kızılderilileri ya da Afrikalı siyahları yok ederken göstermedi mi? Nazilerin katliamı sadece insan soyunun kendi türünü de sistemli bir biçimde yok etmesinin olanaklı olduğunu kanıtlamaktan öte nedir? Yahudileri yok eden zihniyet, her gün bir kez daha yeniden üretilen modern ilişkilerin bizzat kendisi değil mi? Almanların ortak olduğu vahşetin nüansları ABD’de ya da İsrail’de veyahut Avrupa’nın nezih, uygar devletlerinde her gün yeniden ortaya çıkmıyor mu? Eğer çıkmıyorsa, nasıl olur da günde binlerce çocuk sadece beslenemediği için ölebilir, nasıl olurda büyük ve zengin kentlerin varoşlarında biraz temiz su bulabilmek imkansız hale gelir, nasıl olur da sokak çocukları para-militer çetelerin hedefi haline gelir, nasıl olur da sadece rengi farklı olduğu için insanlar benzine bulanıp yakılabilir, nasıl olur da bir halkın tümü yok edilme tehlikesi ile baş başa kalabilir, nasıl olur da zengin ülkelerin işgal kuvvetleri mesela Afganistan’da ya da Filistin’de veya Somali’de veyahut Irak’ta, koltuk altlarında otomatik tüfekleri ile dolaşabilir?

İşgal ordusunun her bir askeri, aynı zamanda, mahallemizin çocuğu, aynı bakkaldan alışveriş ettiğimiz, aynı içkiyi birlikte tükettiğimiz sıradan bir komşumuz, birlikte top oynadığımız, kavga ettiğimiz, seviştiğimiz bir arkadaşımız, hatta sizlerin kardeşi, diğerlerinin oğlu ya da kızı nasıl oluyor? Nasıl oluyor da, bir gün önce kendi kardeşini, sokaktan geçen herhangi bir çocuğu ya da kendi çocuğunu okşamak için kalkan elleri, ertesi gün bir başka çocuğa kurşun sıkabilmek için silahına sarılabiliyor; nasıl oluyor da kendisi ölüm karşısında son derece aciz olduğu ve bir gün mutlaka öleceğini bildiği halde, aynı gün bir başkasını öldürmekten bu derece zevk alıyor? Nasıl oluyor da, evlerinde oturan milyarlarca modern uygar insan televizyonlarının karşısına geçip, ölüm olaylarını ve katliamları umarsızlıkla izleyebiliyor, dünyanın bir kısmı açlıktan kıvranırken, diğerleri nasıl oluyor da yemek zevklerinden ödün vermeyi akıllarından bile geçirmiyor? Sadece işgal ordusunun “cefakar” askerleri midir, bir cinayetin başrol oyuncuları? Sadece geri zekalı birkaç general bozuntusu mudur asıl sorumlular? Evlerinde oturan, televizyon izleyen, işlerine giden, borsayı takip eden, faizlerin yükselmesinden endişe eden, çocuklarını öpen, ev işleriyle uğraşan, olup bitenler karşısında herhangi bir öfkeye kapılmayan, kayıtsızlığından taviz vermeyen milyarlarca insana ne demeli? Katilleri başka yerlere yollayan hükümetlerini destekleyenlere ne demeli, askeri teçhizat üreten işçilere, vergi ödeyenlere, televizyondan yayılan yalanları izleyenlere ne demeli, askere gidenlere, silah kuşananlara, talim yapanlara ne demeli? Onların hiç mi suçu yok? Üç kuruş fazla kazanabilmek adına tüm bunlara onay verenler de alçak değil mi? Yalanların ortağı bunlar değil mi?

Silahları tutan eller, bizimkiler değilse, para ödeyen bizler değilsek, yalanları üreten bizim dudaklarımız değilse, ihbarcı biz değilsek, uyumlu ve itaatkâr olan bizler değilsek, açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında, yargısız infazlarda yitip giden her bir canın ardından “oh olsun” diyen biz değilsek, oy veren, işlerini iyi yapan, bir gün olsun yaptıklarınızdan dolayı hiçbir sorumluluk duyamayan biz değilsek, silahları tasarlayan bizim aramızdan çıkan mühendisler değilse, bizim çocuklarımız polis, bizim çocuklarımız memur, bizim çocuklarımız öğretmen değilse ve tüm bu yalanları onlar öğretmiyorsa, biz çocuklarımızı okullara yollamıyorsak, medeni olsun diye onları topluma uydurmaya biz uğraşmıyorsak, bizim aramızdan çıkanlar psikolog olmuyorsa ve onlar uyumsuzları, sözüm ona ruh hastalarını topluma uygun bir hale getirmeye çalışmıyorlarsa, biz bahçenizdeki yabani otları söküp atmıyorsak, biz televizyonlardaki yalanlara itibar etmiyorsak, biz basını izlerken kendinizden geçmiyorsak, bizler gelişen silah ya da gen teknolojisi karşısından büyülenmiyorsak, biz sokak çocuklarını, gayleri, fahişeleri aşağılamıyorsak, biz işsiz kalmaktan korkmuyorsak, biz oy verme sıralarına girmiyorsak, katilleri alkışlayan biz değilsek, küfür etmeyi bile beceremeyen biz değilsek, demokratım diye ortalıkta hava atmaya çalışan biz değilsek,  biz evlerinizden çıkmaya korkmuyorsak, biz güneşin doğuşunu izlemek için dağlara çıkmayı düşleyenlerdensek, biz güneşin altında çırılçıplak sevişmeyi becermişsek, biz haksızlıkları protesto ediyorsak, biz kaldırım taşları altındaki kumsalı görüyorsak, o kaldırım taşı ile bir banka arasındaki muhteşem uyumu fark edebiliyorsak,  nasıl oluyor da tüm bu alçaklıklar böyle sürüp gidiyor? Biz onay vermiyorsak nasıl oluyor da bütün bir katil ordusu tarafından yönetilen bir dünyada yaşıyoruz? Nasıl oluyor da ölümden önce bir yaşam olduğunu fark etmiyoruz?..


*******

Alçaklık bu dünyaya özgüdür. Rakibini alt etmek için onun karşısına cesurca çıkmayan, tüfeklerin arkasına sığınan, büyük metropollerin güneşten uzak gökdelenlerinde yaşayan, yaşamında bir kez bile ağaca tırmanmayan, bir karınca ordusu görememiş, zavallıların alçak dünyasıdır modern dünya. Hiyerarşilerin ve otoritenin dünyasıdır. Emreden ve emir almaya alışmışların dünyasıdır.

Modern olmak, modernitenin çizdiği sınırlar içinde olmak, günlük yaşayışımızı nasıl değiştirdi ki? Geçmişin nasıl olduğunu unutmak bir erdem miydi? Sokaktaki insan, gittikçe daralan yürüyüş yolları karşısında ne düşünür, zamanın daha da hızlanmasını nasıl algılar, meyve ağaçlarının birbiri ardına greyderlerin altında kalmasını nasıl tahayyül eder? Eski bir evin gün geçtikçe harabeye dönmesi ve bir gün yıkılması konusundaki fikri nedir, çocukluğunda top oynadığı arsanın yerinde şimdi bir iş merkezi olması onu nasıl etkilemiştir, şehrin her gün daha da büyümesi, çiçek topladığı evinin yakınındaki kırların arsa mafyası tarafından ele geçirilmesinin farkında mıdır? Eskiden denize girdiği sahilin şimdilerde bir siteye ev sahipliği yapması üzerine düşünebilir mi? Gözleri tek katlı taş binaların ötesindeki batan güneşi görmeye alışmışken, yükselen gökdelenler nedeniyle artık güneşin batışını hiç seyredemiyor olması nasıl bir ruh hali yaratır, geçmişte mahallesindeki tüm insanları tanıma alışkanlığı ile şimdiki yalnızlığı arasında bir kıyas yapabiliyor mudur, dün hiç doktora gitmezken, bugün köşedeki tam teçhizatlı hastane onun sağlık konusundaki görüşünü nasıl değiştirmiş olabilir? Eski marangoz ustalarının yerini büyük ve standart üretim yapan dev fabrikaların alması ya da veresiye yazdırdığı küçük mahalle bakkalı yerinde bugün süper marketlerin bulunması onun için ne anlam taşır? Eskiden en uzak yerlere bile yürüyerek gidebilirken, bugün en yakın yerler için taşıt kullanmak zorunda kalması ona ne tür bir kolaylık sağlamış olabilir, atları görmek için çocukluğunda sokaktan geçen zerzevatçılara bakması yeterliyken, bugün kendi çocuğunu sırf bu iş için örgütlenmiş hayvanat bahçelerine götürmek zorunda kalması karşısında ki tavrı nedir? Sadece sinema salonlarında gördüğü ve üzerinde hayaller kurduğu masalsı dünyaların bugün yalan dolu alçak bir magazine indirgenmesi sonucunda; sanat artık onun için ne anlam taşır? Büyük ve kalabalık bir aileden gelen kendi çocukluğu ile, sadece kendini düşünmek zorunda olan, küçük evlere sığınmış şimdiki çekirdek ailesine üye çocuğunun çocukluklarını karşılaştırabilir mi? Sadece ucuz romanlarda tanıdığı sokak çocuklarının şimdi yanı başında olması, romanlarda ağladığı kötü kaderli zavallı hayal kahramanı insanların yanı başındaki gerçek öykülerini şimdi umursamamasını kendine nasıl açıklar? Bahçesinden meyve aşırdığı komşularını artık hiç göremeyecek olması, meyve aşıracak bir bahçe bile bulamayışını nasıl kabullenir? Boş zamanından sıkıntı duyarken, şimdi uykusunda bile iş düşünmesi aklını nasıl meşgul ediyordur, eski yoksulluğu ile şimdiki yoksunluğu arasındaki farkı görebilir mi? Sadece fatura ödemeye indirgenmiş bir yaşam karşısında ölümüne koşuşturmasını anlamlandırabiliyor mudur? Çocuklarını sürekli iyi bir eğitim, gelecek garantisi planlarken, sürekli kendi geleceğinden korkuyor olmasını nasıl kabullenilir? Daha fazla kazanmak için daha fazla çalışmaya programlanmış bir beyne sahip olmak ne anlama gelir, her gün daha fazla tüketmedikçe adam yerine konmayacağı aklının ayrıntılarında sürekli bir korku olarak duyumsuyorsa, gençliğinin tüm enerjisini, yaşlılığını iyi geçirebilme için harcıyorsa, mülk edinebilmek için gecesini gündüzüne katıyorsa, yaşamındaki olası alternatifleri ancak piyango biletlerinin milyarda bir olasılığı ile kurgulayabiliyorsa, işsiz kalmamak için patronuna yaltaklanmak zorunda olduğunu hissediyorsa ve tüm bunlara bakıp, geçmişindeki özgürlüğü artık arama cesaretini bile yitirmişse ve birileri ona “işte uygarlık bu “diye anlattığı zaman ağız dolusu küfür etmek yerine kibar bir gülümse ile yanıt vermeyi öğrenmişse, onun için ümit etme şansımız kalmış mıdır?

*****

Modern insan alçaktır. Alçak doğduğu için değil, alçalmadan yaşama şansını yitirdiği için bu böyledir. O kadar alçaktır ki, doğanın karşısına çıplak elle çıkmaya cesaret edemediğini haykırmak yerine o, doğayı fethetme adına, silahlarıyla donanmış büyük ve gaddar bir orduyu salar yağmur ormanlarına. O kadar gaddardır ki, sadece bitip tükenmez açlığı bastırma sevdasıyla bütün bir sığır türünün tüm bireylerini bir ahıra kapatıp, birer idam mahkumu gibi, tümünü kılıçtan geçirme işini sadece bir zaman sorununa indirgeyebilir. Tüm hayvanların yumurtalarını çalan odur. Bütün balık türlerini tüketen odur. Ağaçları kesen, kesecek ağaç bulamayınca plastiği üreten odur. Virüsleri öldürebilmek için aşıları bulan ve her seferinde daha güçlü başka virüslerle mücadele etmek için daha güçlü zehirler üretmek için çırpınan yine odur. Atmosferi zehirleyen, ozonu delen, utanmazca yeni felaketleri hazırlamak için, yeni buluşlar peşinden koşan odur. Mars’ın demir rezervlerine gözünü diken aynı insandır. Binlerce fareyi, binlerce maymunu deneylerinde birer canavara çeviren onun kültürüdür. “Vahşi” olduğu için köpekbalıklarını öldüren, timsahların derisinden ayakkabı yapmayı düşleyen odur. Ondan başka hiçbir canlı, balinaların ya da fokların yağlarını depolamayı düşünmez. Onun dışında hiçbir tür hayvanları yararlı ve zararlı diye ayırmayı beceremez. Onun dışında hiçbir canlı, bir başkasını evcilleştirip, kendi hizmetinde kullanmayı planlayamaz. Onun uygarlığı dışında hiçbir şey, atmosferi kirletip, ardından hijyen dolu steril bir mekan tasarlayamaz. Güneşin doğuş ve batış saatlerine göre yaşamı onun dışında hiçbir şey planlayamaz. Onun dışında hiçbir tür kendi hemcinslerini yok etmek için, toplar, tüfekler üretmez. Onun dışında hiçbir şey, büyük şehirler kurup, bu şehirleri birden bire yok edebilecek, atom bombası yapmayı bilmez. Onun dışında hiçbir canlı spor olsun diye, bir başka canlının hayatına kast etmez. Onun vahşiliği karşısında, bir kaplan, yumuşak huylu bir ev kedisidir yalnızca.


******

Modernizm ardında önemli sorunları ve soruları bıraktı ve dünya yeni bir döneme doğru son hızla ilerliyor. Modernizm insanı doğanın tek ve tartışmasız egemeni haline getirdi. Modernizm düşünmeyi en önemli erdem, değiştirmeyi ve her şeyi insan yararına uygun işlevsel bir konuma sokmayı “başardı.” Sonuçta elimizde sadece insan için olduğu kabul edilen ve bu nedenle neredeyse yok olmanın eşiğine getirilen bir dünya, bireyselleşme adına yalnızlaşan, toplumsallığından, iradesinden koparılmış, tıpkı bir fabrika sisteminde olduğu gibi, sadece işlevli olduğu sürece anlamlı olan yeni bir tür yarattı. Bugün geriye dönüp bakıldığında korkudan başka ortaklığı olmayan, sözüm ona uygarlık üreten, ama kendisi dışındaki her türlü değeri, her türlü kültürü, her türlü yaşam formunu yok etmekle var olan kanlı bir uygarlıktı bu. Varlığının koşulu kendisi dışındaki her şeyin öyle ya da böyle zarar vereceğinden korkan, korktukça yok eden, yok edecek bir şeyler bulamayınca, önce çocuklarını, sonra hayallerini, rüyalarını, ruhlarını yok eden bir uygarlıktı bu. Bu nedenle cinlerden, şeytanlardan, ölümden, hastalıktan, mikroplardan, komünistlerden, aykırı düşünenlerden, aykırı yaşayanlardan, soru soranlardan, akıl hastalarından, suçlulardan, eşcinsellerden, anarşistlerden, yabancılardan, göçmenlerden korkan dünyanın “yerlileri” için, yeni hedef, kendini ortadan kaldırmak, kendi varlığına son vererek, bu uygarlığı taçlandırmak olması şaşırtıcı kabul edilmemelidir. Son hızla menziline ulaşmaya çabalayan bir trenin sessiz ve mütevazi yolcuları için istasyon göründü bile...