23 Ocak 2012 Pazartesi

Qijika Reş Dergisi'nin 5. Sayısı Çıktı..


Felaket Zamanlarının Ardından…


“Hava su ve toprak kirlendi artık
Tuz ve ekmeğe karışıyor yüksek gerilim
Yeryüzünün bütün koordinatları
Barınacak bir yer arıyor
Haritadan silindi yüreğimin meskûn yerleri” [Hicri İzgören]

Doğanın ve devletin kesintisiz afetleriyle kesintiye uğrayan Qijika Reş Dergisi’nin yayın serüveni 5. Sayıyla birlikte kaldığı yerden devam ediyor. Qijika Reş Kolektifinin Van’da yaşayan kimi bireylerinin başka kentlere savrulduğu, kimi bireylerin evlerinden olduğu, her türlü yerleşik düzeninin sarsıldığı, yaşam akışlarının başka kanallara yöneldiği bir dönemde dergiyi çıkarma imkânlarımız ortadan kalktığı gibi, dergiyi çıkarmak istencimiz de haliyle eridi.  23.10.2011 tarihinde saat 13.41’de meydana gelen ve “Van Depremi” olarak kayda geçen yer sarsıntısı, hayatımızın da tam ortasından geçen derin ve kapanmaz bir yarık oluşturdu. İşini, eşini, düşünü, dostlarını, içinde nefes aldığı yaşam kozasını bir anda yitiren bir konuma düşmek, tesbih taneleri misali dağılmak hayatın zorunlu sınır deneyimlerine açılmak demekti.    Milyonlarca insanın çürük ve yüksek beton yığınları içine sıkıştırıldığı, doğadan ve dayanışmadan yoksun sefil kent hayatının doğa karşısında ne kadar kırılgan ve korunaksız bir hayat olduğunu yüzümüze inen ölümcül şamarla bir kez daha öğrenmiş olduk. Bu yönüyle “felaket”e dönüşen deprem, modern yerleşim kurgusunun yarattığı bir sonuçtur diyebiliriz.  Bu felaketin Van kentindeki yansımaları hem aşina olduğumuz insan manzaralarıyla hem de ateşin düştüğü yeri yaktığı tekil acılarla yüklüydü. Van depremiyle birlikte daha da görünür hale gelen sefalet fayı, hiyerarşik tüm yapıların çökerek bir yardım ağını bile organize etmekte ne kadar aciz kaldığını, devletin insan yaşamındaki en büyük külfet olduğunu, varlığı kendinden menkul siyasi temsilcilerin gemiyi ilk terk eden insanlar olduğunu, insanlarla vakti zamanında yüz yüze ilişkiler kuran politik oluşumların ve derneklerin ayakta kaldığı bu acı deneyimi, bu şok dalgasını sanırım hiç kimse uzun süre unutamayacaktır. Van Kadın Derneği, İHD, TİHV ve KESK gibi dernek, sendika ve vakıfların gönüllü insanlara dayanarak yürüttüğü yardım dağıtım çalışmaları her şeye rağmen takdire şayandı. Bu zor zamanlarda, insanlık sınavını yüzünün akıyla geçen bu insanların karnesine düşecek en değerli notların “bu günler” olacağından kuşkumuz yoktur. Özellikle Zozan Özgökçe’nin İstanbul, Ankara ve daha bir çok kent ve ülkeden dâhil olan feminist kadınlarla birlikte VAKAD üzerinden mobilize ettiği kadın dayanışmasının ve Sami Görendağ’ın İHD aracılığıyla dâhil olduğu dağıtımların, kentin en ücra köşelerine ve sahipsiz köylere kadar uzanan bir dayanışma ağına dönüşmesi, özgürlükçü bir politikanın nelere kadir olduğunu, alternatif bir ilişki ve dayanışma modelinin nasıl olması gerektiğini bize somut olarak gösteren, hayata her yönüyle değen çok etkili bir deneyim oldu.
Felaket zamanları, aynı zamanda normların, ayrıcalıkların, husumetlerin ve yasakların askıya alındığı, insanlar arasında hesapsız yakın ilişkilerin kurulduğu, herkesin herkese yüreğini açtığı zaman dilimleridir. Van’ın kalın enseli, mülk sahibi insanlarının bir soğuk çadırı en “dipteki” insanlarla birlikte paylaşmak zorunda kalması, normal zamanlarda yüzüne bile bakmayacakları insanlarla aynı yemek kuyruğuna girmeleri, devrimi yarım kalmış yoksul bir halkın doğanın eşitleyen adaletine şükranlarını sunduğu özel kesitlerdi. Van’daki orta sınıfın iflas bayrağı olan deprem, kimi yoksuların durumunu daha da kötüleştirirken, kimi yoksulların da belli yardımların kendilerine ulaşma umudunu yitirdikleri anda talana yöneldiği bir yaşama savaşının kaynağı oldu. Devlet erkânının, her türlü yardım ve dayanışma çabasını özel olarak engellediği, belli yardımları belli kesimlere ulufe olarak dağıttığı, milliyetçilik virüsünün insan olmayı unutturduğu güruhların bu afeti ilahi bir adalet olarak kutladığı bu zor zamanlarda her şeye rağmen “kardeşlik” ülküsünün daha ölmediğini hatırlatan yardımlar ve paylaşımlarda hiç eksik olmadı. Halklar arasındaki insani köprülerin devlet’e ve “insansız medya aracı”na rağmen yıkılmadığını görmek umudun belki de en büyük ve en anlamlı zaferiydi.


“Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz,
Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına”... [Ahmet Arif – 33 Kurşun]

Bu zaman zarfında bir taraftan doğanın gazabıyla cebelleşen Kürt halkı diğer taraftan devlet denilen felaketin soluk aldırmayan cinayetlerine, katliamlarına ve bir cadı avına dönüştürülen toplu tutuklama operasyonlarına maruz kalmakla boğuştu. İcraatlarıyla hiçbir hukuku tanımadığını ayan beyan bir şekilde ortaya koyan muhafazakâr iktidar, Çukurca yakınlarındaki Kazan Vadisi'nde kimyasal silah kullanarak otuz yedi gerillayı katlettiği gibi, 2011'in bitmesine günler kala Şırnak'ın Uludere ilçesinde sınırda kaçakçılık yapan 19'u çocuk 35 insanı bombalayarak katletmekten de geri durmadı. Bu katliam aynı zamanda yıl boyunca savaş politikası yürütmekte sınır tanımayan AKP iktidarının son kirli operasyonuydu. Kürdistan’da sivil insanları topluca katletme ve faili meçhul cinayetler! sabıkası fazlasıyla kabarık olan bu pişkin devletin, bu katliamı da güvenlik politikasının bir münferit kazası olarak görmesi, “33 Kurşun”lara imza atmaya bundan sonrada devam edeceğinin kararlı bir fotoğrafıydı. “Kaza sonucu ölümü ortadan kaldırıp yerine sistematik ve örgütlenmiş ölümü koyan devletin” (Baudrillard) varlığı devam ettiği sürece bu katliamların ve cinayetlerin devam edeceğini söylemek sinik bir politikanın tuzaklarına teslim olmak anlamına gelmemektedir. Devletin şiddetle varolan varlığını teşhir etmek, devletin ve şiddetin yüklem olmaktan çıkarıldığı bir politikanın aciliyetini ve önemini ortaya koyan kurucu bir siyasetin zorunluluğunu paralel düşünmektir. Tutuklu sayısının dört bin kişiyi bulduğu söylenen KCK operasyonları, iktidarın hiçbir ideolojik hegemonyaya tahammülünün olmadığının ilanı, çıplak bir faşizm, bir temsili diktatörlük anlamına gelmektedir. İstisnanın kural haline geldiği bir savaş politikasının kurumsallaşmasıdır. Bu operasyonlar kapsamında binlerce insanı deli saçması iddialarla kapatan bu polis devletinin mağdurlarından biride Qijika Reş Dergisi’nin Kolektifinde yer alan ve aynı zamanda ANF muhabiri olan Rawin Sterk (İsmail Yıldız) yoldaşımız oldu. İstanbul’daki elimiz, kulağımız gözümüz ve yüreğimiz olan İsmail’in tutuklanması, dergimizin bundan böyle aksayacak çoğu yönünün de sebebini oluşturacaktır. Yaşadığı her ortamı bir dostluk divanına, bir yoldaşlık platformuna ve bir öğrenme okuluna dönüştüren İsmail’in bu kuşatılmış yaşamdan da güçlenerek ve özgürlük tutkusu daha da çoğalmış bir şekilde çıkacağından eminiz. Buradan Qijika Reş Dergisi Kolektifi olarak her zaman yanında ve safında olduğumuzu, davasının takipçisi olacağımızı, en içten sevgi ve selamlarımızla birlikte iletiyoruz. Sen yoksan biz gerçekten de eksik ve yalnızız İsmail Yoldaş. Senin şiirlerine, tiyatro oyunlarına, yazılarına, kızına ve aşkına bir an önce kavuşacağın ve bizlerin de sana kavuşacağı günlerin çok yakın olması dileğiyle. Kargalar tüm felaketlere rağmen en uzun ve kendilerinin belirlediği bir yaşamı yaşamaktan hiçbir zaman vazgeçmezler..

İçindekiler:

005 | Felaket Zamanlarının Ardından...

007 | Anti-Sömürgeci Bir Metin Denemesi – Heyder Bazîd Encü

009 | Nameyek ji bo nîvçezarekî ku wê bê - Rawîn Stêrk

011 | Ortadoğu’da Bir Karşı-Şiddet Pratiği: PKK - Ramazan Kaya

017 | Dıjı serguhartına bajêrên re bajêrên labırentîyê serbıxwe
   Kentsel Dönüşümlere Karşı Direnen Labirent-Kentler - Qîra Qijikê

022 | Kayıp Bir Anarşist Kitap Gibi: Komutan Nasır (Faruk Bozkurt) - Samî Görendağ

028 | Mirî çi dibêjin - Guy de Maupassant

031 | Botan Savaşları: Bir Kuşatılmışlığın Anatomisi 
Hazırlayan: Rawîn Stêrk Aktaran: Mahir Botan

039 | Kelimelerin Baskısı - Leyla Saral

041 | Özne ve İktidar: İktidarın Halkaları - Xezal N. Karaağar

050 | Dipnotlar, Şerhler: Politikayı Yeniden Tanımlarken (2) - Işık Ergüden

052 | Dar Gelirlinin Travması Olmaz - Turan Keskin

054 | Bir Sonraki Deprem Van’ı Sevip de Kavuşamayanlara Gelsin ya da
   Orta Sınıf Bir Van Sakininin Deprem Güncesi - Bilgesu Sümer

065 | Geleceğin Solu - Murray Bookchin

091 | Özgürlükçü Belediyeciliğe Genel Bir Bakış - Murray Bookchin

098 | Ahmet Sezer’le Demokratik Özerklik ve Toplumsal Ekoloji Üzerine Söyleşi

103 | Kapitalist Modernitenin Son’ul Uygarlık Krizi ve Büyük Uygarlık Devrimi - Yasin Bedir

110 | Şiddet Tekeli Karşısında Ahlak ve Vicdan - Ahmet Arslaner

115 | Nev-i Şahsına Münhasır Bir Hristiyan Anarşist: Tolstoy - Alexandre Christiyannopoulos

119 | Hüseyin Kaytan’la Röportaj - Samî Görendağ

126 | Rastiya bazarê, xewna azadiyê - Hüseyin Kaytan / Jiyan Sarya

139 | Brecht’in Boncuğu, Gerçek, Yabancılaşma, Vesaire - Hüseyin Kaytan

144 | Sae’nın Defterinden - Hüseyin Kaytan

148 | Ji rastperestiyê ta helbestê - Bîra Çîya

150 | Mi bilure viraşte eve morê miyanê xo ra - Vladimir Mayakovsky

154 | Anarşizanlaşan Kürtler: Mağdurun Postkolonyal Şiddeti ve Parçalanmış Özne - Engin Sustam

167 | İktidar Tuzağı Olarak Siyasi Şiddet! - Ömer Faruk

176 | Postmodern Zamanda İmaj ve Görsellik - Ednan Şur

183 | Sürgünde Bir Kadın: Rewşen Bedirxan - Berjin Haki

185 | Aydınlanma, Etik ve Sivil İtaatsizlik - Tarık Aygün

200 | Toplu(m) Mezar - Sami Görendağ

205 | Varlık, Politika ve Gölgeler - Mehmet Oruç

211 | Gösterinin Dayanılmaz Çekiciliği - Deniz İlgin

214 | Şahmaran Amedekar - Ömer Dewran

233 | Varoluşun Trajedisi  - Asım Ararat

239 | Sevgili Hayattır! - Ömer Faruk

246 | Zozan Özgökçe’nin Vicdani Ret Açıklaması










20 Ocak 2012 Cuma

Alçaklığın Modern Tarihi - Tarık Aygün

Qijika Reş Dergisi Sayı:4

Şiddetin, katliamın, kanlı savaşların, faili meçhullerin, işkencede öldürülenlerin ya da çocuk ölümlerinin ardından samimiyetle gözyaşı döken milyonlar için, modern dünya ne anlam taşır? Hukukun üstünlüğü, hümanizm, kadın hakları, eğitim, bilimsellik, akılcılık, keza özgürlük dolu bir dünyanın bu sıradan insanları, kendi geçmişlerini dikkate alma gereği hissetmeden, sözüm ona sadece bir kaç diktatör bozuntusu psikopatın, ya da bazı kar ya da çıkar gruplarının sözcüsü haline gelmiş devlet adamlarının kötü niyetli senaryolarını hayata geçirme çabalarından muzdarip olan milyonların bahtsızlığı karşısında neden gözyaşı dökmek dışında bir alternatifleri olacağını hiç düşünme gereği hissetmezler? Ama daha acı olanı bu milyonlar için, yaşanan ve muhtemelen daha da yaşanacak olan sayısız diğer acının ardında sadece ve sadece psikopat şiddet yanlıları ve onlara destek olan çeşitli grupların olduğunu bilmenin getirdiği rahatlıktır ve bu rahatlık ne yazık ki ölümcül bir günahı da tarihimiz olarak ilan etmek üzeredir.

Daha da kötüsü odur ki; çağımızın zavallı kahramanları için yaşananların bir sapma, iyiye, doğruya ve güzele inanan genel insanlık arayışının küçük bir durak noktası olarak görme eğilimidir ki, içimizde en entelektüel olanların büyük bir bilmişlik edasıyla yüzünü özgürlüğe dönen modern toplumun bu sapmalardan kurtulup, son hızla bir dünya cennetine doğru koşmaya başlayacağına yönelik iyimser inancı, dünyayı aynı hızla bir cehenneme çevirme potansiyeline de sahip gözükmektedir. Dün yaşanmış olanların dünde kaldığına yönelik kör inanç, yarın yaşanacak katliamların asla yaşanmayacak olmasının garantisiymiş gibi algılanmaya başlanır.

Modern ve yalnız kalan insanın trajedisi, yaşadıklarımızdan ders alacağımıza yönelik safça inanç, ama ondan önemlisi kendisinin yaşananlarda hemen hemen hiçbir suçu olmadığına yönelik imanıdır. İnsanı alçaltan, bütün bir toplumsallaşma sürecini, kendini koruma dürtüsüyle yıkıma uğratan, bütün dayanışma pratiklerini, bütün karşılıklı yardımlaşma geleneğini arkasında bırakmasına neden olan bu inanç, insanları; yaşananların sessiz bir suç ortağı yapmaktan öteye bir anlam taşımaz ve modern toplum, birbirine benzeyen bireylerin elinden hayata müdahale hakkını alan kolektiflerin denetiminde, yok etmeyi ve gerçek anlamda bir geleceksizliği kaderimiz olarak ilan eder. Modern insanın elindeki tek gerçeklilik insanlığın toplu infazına eşlik eden alkış sesleridir. Bu seslerin gerisinde holocaust vardı, geleceğinde büyük olasılıkla doğanın kendisi ile birlikte bütün bir insanlık olacak.

Sadece Nazi kamplarını kurduğu için Modernite’den nefret etmeye gerek yok. Modernizm ne kadar katil olabileceğini çok daha önceleri Kızılderilileri ya da Afrikalı siyahları yok ederken göstermedi mi? Nazilerin katliamı sadece insan soyunun kendi türünü de sistemli bir biçimde yok etmesinin olanaklı olduğunu kanıtlamaktan öte nedir? Yahudileri yok eden zihniyet, her gün bir kez daha yeniden üretilen modern ilişkilerin bizzat kendisi değil mi? Almanların ortak olduğu vahşetin nüansları ABD’de ya da İsrail’de veyahut Avrupa’nın nezih, uygar devletlerinde her gün yeniden ortaya çıkmıyor mu? Eğer çıkmıyorsa, nasıl olur da günde binlerce çocuk sadece beslenemediği için ölebilir, nasıl olurda büyük ve zengin kentlerin varoşlarında biraz temiz su bulabilmek imkansız hale gelir, nasıl olur da sokak çocukları para-militer çetelerin hedefi haline gelir, nasıl olur da sadece rengi farklı olduğu için insanlar benzine bulanıp yakılabilir, nasıl olur da bir halkın tümü yok edilme tehlikesi ile baş başa kalabilir, nasıl olur da zengin ülkelerin işgal kuvvetleri mesela Afganistan’da ya da Filistin’de veya Somali’de veyahut Irak’ta, koltuk altlarında otomatik tüfekleri ile dolaşabilir?

İşgal ordusunun her bir askeri, aynı zamanda, mahallemizin çocuğu, aynı bakkaldan alışveriş ettiğimiz, aynı içkiyi birlikte tükettiğimiz sıradan bir komşumuz, birlikte top oynadığımız, kavga ettiğimiz, seviştiğimiz bir arkadaşımız, hatta sizlerin kardeşi, diğerlerinin oğlu ya da kızı nasıl oluyor? Nasıl oluyor da, bir gün önce kendi kardeşini, sokaktan geçen herhangi bir çocuğu ya da kendi çocuğunu okşamak için kalkan elleri, ertesi gün bir başka çocuğa kurşun sıkabilmek için silahına sarılabiliyor; nasıl oluyor da kendisi ölüm karşısında son derece aciz olduğu ve bir gün mutlaka öleceğini bildiği halde, aynı gün bir başkasını öldürmekten bu derece zevk alıyor? Nasıl oluyor da, evlerinde oturan milyarlarca modern uygar insan televizyonlarının karşısına geçip, ölüm olaylarını ve katliamları umarsızlıkla izleyebiliyor, dünyanın bir kısmı açlıktan kıvranırken, diğerleri nasıl oluyor da yemek zevklerinden ödün vermeyi akıllarından bile geçirmiyor? Sadece işgal ordusunun “cefakar” askerleri midir, bir cinayetin başrol oyuncuları? Sadece geri zekalı birkaç general bozuntusu mudur asıl sorumlular? Evlerinde oturan, televizyon izleyen, işlerine giden, borsayı takip eden, faizlerin yükselmesinden endişe eden, çocuklarını öpen, ev işleriyle uğraşan, olup bitenler karşısında herhangi bir öfkeye kapılmayan, kayıtsızlığından taviz vermeyen milyarlarca insana ne demeli? Katilleri başka yerlere yollayan hükümetlerini destekleyenlere ne demeli, askeri teçhizat üreten işçilere, vergi ödeyenlere, televizyondan yayılan yalanları izleyenlere ne demeli, askere gidenlere, silah kuşananlara, talim yapanlara ne demeli? Onların hiç mi suçu yok? Üç kuruş fazla kazanabilmek adına tüm bunlara onay verenler de alçak değil mi? Yalanların ortağı bunlar değil mi?

Silahları tutan eller, bizimkiler değilse, para ödeyen bizler değilsek, yalanları üreten bizim dudaklarımız değilse, ihbarcı biz değilsek, uyumlu ve itaatkâr olan bizler değilsek, açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında, yargısız infazlarda yitip giden her bir canın ardından “oh olsun” diyen biz değilsek, oy veren, işlerini iyi yapan, bir gün olsun yaptıklarınızdan dolayı hiçbir sorumluluk duyamayan biz değilsek, silahları tasarlayan bizim aramızdan çıkan mühendisler değilse, bizim çocuklarımız polis, bizim çocuklarımız memur, bizim çocuklarımız öğretmen değilse ve tüm bu yalanları onlar öğretmiyorsa, biz çocuklarımızı okullara yollamıyorsak, medeni olsun diye onları topluma uydurmaya biz uğraşmıyorsak, bizim aramızdan çıkanlar psikolog olmuyorsa ve onlar uyumsuzları, sözüm ona ruh hastalarını topluma uygun bir hale getirmeye çalışmıyorlarsa, biz bahçenizdeki yabani otları söküp atmıyorsak, biz televizyonlardaki yalanlara itibar etmiyorsak, biz basını izlerken kendinizden geçmiyorsak, bizler gelişen silah ya da gen teknolojisi karşısından büyülenmiyorsak, biz sokak çocuklarını, gayleri, fahişeleri aşağılamıyorsak, biz işsiz kalmaktan korkmuyorsak, biz oy verme sıralarına girmiyorsak, katilleri alkışlayan biz değilsek, küfür etmeyi bile beceremeyen biz değilsek, demokratım diye ortalıkta hava atmaya çalışan biz değilsek,  biz evlerinizden çıkmaya korkmuyorsak, biz güneşin doğuşunu izlemek için dağlara çıkmayı düşleyenlerdensek, biz güneşin altında çırılçıplak sevişmeyi becermişsek, biz haksızlıkları protesto ediyorsak, biz kaldırım taşları altındaki kumsalı görüyorsak, o kaldırım taşı ile bir banka arasındaki muhteşem uyumu fark edebiliyorsak,  nasıl oluyor da tüm bu alçaklıklar böyle sürüp gidiyor? Biz onay vermiyorsak nasıl oluyor da bütün bir katil ordusu tarafından yönetilen bir dünyada yaşıyoruz? Nasıl oluyor da ölümden önce bir yaşam olduğunu fark etmiyoruz?..


*******

Alçaklık bu dünyaya özgüdür. Rakibini alt etmek için onun karşısına cesurca çıkmayan, tüfeklerin arkasına sığınan, büyük metropollerin güneşten uzak gökdelenlerinde yaşayan, yaşamında bir kez bile ağaca tırmanmayan, bir karınca ordusu görememiş, zavallıların alçak dünyasıdır modern dünya. Hiyerarşilerin ve otoritenin dünyasıdır. Emreden ve emir almaya alışmışların dünyasıdır.

Modern olmak, modernitenin çizdiği sınırlar içinde olmak, günlük yaşayışımızı nasıl değiştirdi ki? Geçmişin nasıl olduğunu unutmak bir erdem miydi? Sokaktaki insan, gittikçe daralan yürüyüş yolları karşısında ne düşünür, zamanın daha da hızlanmasını nasıl algılar, meyve ağaçlarının birbiri ardına greyderlerin altında kalmasını nasıl tahayyül eder? Eski bir evin gün geçtikçe harabeye dönmesi ve bir gün yıkılması konusundaki fikri nedir, çocukluğunda top oynadığı arsanın yerinde şimdi bir iş merkezi olması onu nasıl etkilemiştir, şehrin her gün daha da büyümesi, çiçek topladığı evinin yakınındaki kırların arsa mafyası tarafından ele geçirilmesinin farkında mıdır? Eskiden denize girdiği sahilin şimdilerde bir siteye ev sahipliği yapması üzerine düşünebilir mi? Gözleri tek katlı taş binaların ötesindeki batan güneşi görmeye alışmışken, yükselen gökdelenler nedeniyle artık güneşin batışını hiç seyredemiyor olması nasıl bir ruh hali yaratır, geçmişte mahallesindeki tüm insanları tanıma alışkanlığı ile şimdiki yalnızlığı arasında bir kıyas yapabiliyor mudur, dün hiç doktora gitmezken, bugün köşedeki tam teçhizatlı hastane onun sağlık konusundaki görüşünü nasıl değiştirmiş olabilir? Eski marangoz ustalarının yerini büyük ve standart üretim yapan dev fabrikaların alması ya da veresiye yazdırdığı küçük mahalle bakkalı yerinde bugün süper marketlerin bulunması onun için ne anlam taşır? Eskiden en uzak yerlere bile yürüyerek gidebilirken, bugün en yakın yerler için taşıt kullanmak zorunda kalması ona ne tür bir kolaylık sağlamış olabilir, atları görmek için çocukluğunda sokaktan geçen zerzevatçılara bakması yeterliyken, bugün kendi çocuğunu sırf bu iş için örgütlenmiş hayvanat bahçelerine götürmek zorunda kalması karşısında ki tavrı nedir? Sadece sinema salonlarında gördüğü ve üzerinde hayaller kurduğu masalsı dünyaların bugün yalan dolu alçak bir magazine indirgenmesi sonucunda; sanat artık onun için ne anlam taşır? Büyük ve kalabalık bir aileden gelen kendi çocukluğu ile, sadece kendini düşünmek zorunda olan, küçük evlere sığınmış şimdiki çekirdek ailesine üye çocuğunun çocukluklarını karşılaştırabilir mi? Sadece ucuz romanlarda tanıdığı sokak çocuklarının şimdi yanı başında olması, romanlarda ağladığı kötü kaderli zavallı hayal kahramanı insanların yanı başındaki gerçek öykülerini şimdi umursamamasını kendine nasıl açıklar? Bahçesinden meyve aşırdığı komşularını artık hiç göremeyecek olması, meyve aşıracak bir bahçe bile bulamayışını nasıl kabullenir? Boş zamanından sıkıntı duyarken, şimdi uykusunda bile iş düşünmesi aklını nasıl meşgul ediyordur, eski yoksulluğu ile şimdiki yoksunluğu arasındaki farkı görebilir mi? Sadece fatura ödemeye indirgenmiş bir yaşam karşısında ölümüne koşuşturmasını anlamlandırabiliyor mudur? Çocuklarını sürekli iyi bir eğitim, gelecek garantisi planlarken, sürekli kendi geleceğinden korkuyor olmasını nasıl kabullenilir? Daha fazla kazanmak için daha fazla çalışmaya programlanmış bir beyne sahip olmak ne anlama gelir, her gün daha fazla tüketmedikçe adam yerine konmayacağı aklının ayrıntılarında sürekli bir korku olarak duyumsuyorsa, gençliğinin tüm enerjisini, yaşlılığını iyi geçirebilme için harcıyorsa, mülk edinebilmek için gecesini gündüzüne katıyorsa, yaşamındaki olası alternatifleri ancak piyango biletlerinin milyarda bir olasılığı ile kurgulayabiliyorsa, işsiz kalmamak için patronuna yaltaklanmak zorunda olduğunu hissediyorsa ve tüm bunlara bakıp, geçmişindeki özgürlüğü artık arama cesaretini bile yitirmişse ve birileri ona “işte uygarlık bu “diye anlattığı zaman ağız dolusu küfür etmek yerine kibar bir gülümse ile yanıt vermeyi öğrenmişse, onun için ümit etme şansımız kalmış mıdır?

*****

Modern insan alçaktır. Alçak doğduğu için değil, alçalmadan yaşama şansını yitirdiği için bu böyledir. O kadar alçaktır ki, doğanın karşısına çıplak elle çıkmaya cesaret edemediğini haykırmak yerine o, doğayı fethetme adına, silahlarıyla donanmış büyük ve gaddar bir orduyu salar yağmur ormanlarına. O kadar gaddardır ki, sadece bitip tükenmez açlığı bastırma sevdasıyla bütün bir sığır türünün tüm bireylerini bir ahıra kapatıp, birer idam mahkumu gibi, tümünü kılıçtan geçirme işini sadece bir zaman sorununa indirgeyebilir. Tüm hayvanların yumurtalarını çalan odur. Bütün balık türlerini tüketen odur. Ağaçları kesen, kesecek ağaç bulamayınca plastiği üreten odur. Virüsleri öldürebilmek için aşıları bulan ve her seferinde daha güçlü başka virüslerle mücadele etmek için daha güçlü zehirler üretmek için çırpınan yine odur. Atmosferi zehirleyen, ozonu delen, utanmazca yeni felaketleri hazırlamak için, yeni buluşlar peşinden koşan odur. Mars’ın demir rezervlerine gözünü diken aynı insandır. Binlerce fareyi, binlerce maymunu deneylerinde birer canavara çeviren onun kültürüdür. “Vahşi” olduğu için köpekbalıklarını öldüren, timsahların derisinden ayakkabı yapmayı düşleyen odur. Ondan başka hiçbir canlı, balinaların ya da fokların yağlarını depolamayı düşünmez. Onun dışında hiçbir tür hayvanları yararlı ve zararlı diye ayırmayı beceremez. Onun dışında hiçbir canlı, bir başkasını evcilleştirip, kendi hizmetinde kullanmayı planlayamaz. Onun uygarlığı dışında hiçbir şey, atmosferi kirletip, ardından hijyen dolu steril bir mekan tasarlayamaz. Güneşin doğuş ve batış saatlerine göre yaşamı onun dışında hiçbir şey planlayamaz. Onun dışında hiçbir tür kendi hemcinslerini yok etmek için, toplar, tüfekler üretmez. Onun dışında hiçbir şey, büyük şehirler kurup, bu şehirleri birden bire yok edebilecek, atom bombası yapmayı bilmez. Onun dışında hiçbir canlı spor olsun diye, bir başka canlının hayatına kast etmez. Onun vahşiliği karşısında, bir kaplan, yumuşak huylu bir ev kedisidir yalnızca.


******

Modernizm ardında önemli sorunları ve soruları bıraktı ve dünya yeni bir döneme doğru son hızla ilerliyor. Modernizm insanı doğanın tek ve tartışmasız egemeni haline getirdi. Modernizm düşünmeyi en önemli erdem, değiştirmeyi ve her şeyi insan yararına uygun işlevsel bir konuma sokmayı “başardı.” Sonuçta elimizde sadece insan için olduğu kabul edilen ve bu nedenle neredeyse yok olmanın eşiğine getirilen bir dünya, bireyselleşme adına yalnızlaşan, toplumsallığından, iradesinden koparılmış, tıpkı bir fabrika sisteminde olduğu gibi, sadece işlevli olduğu sürece anlamlı olan yeni bir tür yarattı. Bugün geriye dönüp bakıldığında korkudan başka ortaklığı olmayan, sözüm ona uygarlık üreten, ama kendisi dışındaki her türlü değeri, her türlü kültürü, her türlü yaşam formunu yok etmekle var olan kanlı bir uygarlıktı bu. Varlığının koşulu kendisi dışındaki her şeyin öyle ya da böyle zarar vereceğinden korkan, korktukça yok eden, yok edecek bir şeyler bulamayınca, önce çocuklarını, sonra hayallerini, rüyalarını, ruhlarını yok eden bir uygarlıktı bu. Bu nedenle cinlerden, şeytanlardan, ölümden, hastalıktan, mikroplardan, komünistlerden, aykırı düşünenlerden, aykırı yaşayanlardan, soru soranlardan, akıl hastalarından, suçlulardan, eşcinsellerden, anarşistlerden, yabancılardan, göçmenlerden korkan dünyanın “yerlileri” için, yeni hedef, kendini ortadan kaldırmak, kendi varlığına son vererek, bu uygarlığı taçlandırmak olması şaşırtıcı kabul edilmemelidir. Son hızla menziline ulaşmaya çabalayan bir trenin sessiz ve mütevazi yolcuları için istasyon göründü bile... 

Anarşist Öznellikler ve Modern Öznellik - Daniel Colson

Qijika Reş Dergisi Sayı:4

Çeviren: Ece Baykal
İlerdeki sorunun altında yatan sorulardan birisi şöyle ifade edilebilir: Anarşizm, modernite olarak adlandırdığımız şeyle nasıl bir ilişki kurmaktadır?[1] Bruno Latour’un gösterdiği gibi, modern Batı toplumunun insanla doğa arasındaki; insanın özgürlüğüyle doğanın determinizmi arasındaki;  aklın rehberlik ettiği, özgür ve eylemlerinden sorumlu saf özne olarak insanla insanın kullanımına sunulmuş saf nesne olarak dünya arasındaki radikal ayrım düşüncesi üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz. Bruno Latour’a göre Batı’da üç yüzyıldır hüküm süren, gerçekliğin bu düalist kuruluşunda, var olan her şey “tamamen ayrışmış iki ontolojik alana dağılacaktır: bir tarafta insanlar, diğer tarafta insan olmayanlar.” Bir tarafta, toplumsal ve siyasal dünya, kendilerine yasalar ve anayasalar yapan insanlar tarafından iradî biçimde inşa edilen “konuşan ve düşünen öznelerin özgür toplumu”; diğer tarafta determinizme tamamen boyun eğmiş ve mekanik, kendi kendinin farkında olmayan nesnelerin doğal dünyası. Bu tasvire göre, şüphesiz, insan hâla içsel ve dışsal olarak bağımlı olduğu bu doğal dünyadan çıkmıştır. Ama ondan bağımsızlaşarak, onun içinden farklı niteliklere sahip, doğal olmayan bir “özgürlük” dünyasını çıkartacağını varsayarak, kendisini çevreleyen bu doğaya kökten karşı çıkarak insan olmuştur.
Modern düşüncede özgürlüğün hiçbir doğal yanı yoktur. Özgürlük çok fazla çaba ve çok fazla zorlama gerektirir: hem kendini hem de başkalarını zorlamak gerekir. Modern düşünceye göre, insanın (içimizdeki ve dışımızdaki) insan olmayanla, özgürlüğün gereklilikle, ruhun maddeyle olan mücadelesi insanlığın temel görevidir. Bu onun insan olma biçimidir. Akıl, ahlak ve kanunlar aracılığıyla kendine hakim olarak, doğa ve dünya üzerinde tahakküm kurarak, kendi determinizminin kurallarına hakim olmasını sağlayan bilimle ve bu determinizmi değiştirip, insanın özgürlüğüne uygun hale getiren teknikle bunu başarır. 
İnsanla doğa arasındaki radikal kopuşun üzerine, en aşırı biçiminde, geçmişle gelecek arasında da radikal  – "geçmişi kökünden kazıyıp silelim !”- bir “devrimci” ayrışma eklenirken, anarşizm,  Avrupa’nın XVI. yüzyıldan beri yaşadığı altüst oluşların gecikmiş ama doğrudan bir mirasçısı olarak ortaya çıkar. Modern özgürlük düşüncesinin aşırılığa varan ama meşru bir evladı; gerçekliği insanın özgür iradesine boyun eğdirdiğine ikna olmuş çok daha geniş bir hareketin sapması; M. De Certeau’nun ifadesiyle, “bembeyaz bir sayfa açarak, (...) kendi kendine yazılabilecek, (...) tarihi kendi ürettikleri üzerinden yeniden biçimlendirecek” bir toplum tahayyül eden Fransız devrimi ütopyalarının son tezahürü... Bu kitabın tartışmaya açmak istediği, modern tasvirlerin uç ve ütopik bir tezahürü olarak anarşizmin bu yorumudur. Çok şey borçlu olduğu ve birçok ortak noktayı paylaştığı modernite koşullarında doğan anarşizm, bu modernitenin aynı ölçüde sevimli bir varyasyonu değildir. Tarihinde ve düşüncesinde gelenek büyük bir rol oynasa da, herhangi bir geleneğin avantajlarından ya da modern-öncesi bir döneme dönüşün nostaljik arzusundan doğmamıştır. Hakim temsillerin sınıflandırma ve saptamalarında, anarşizm öncelikle sınıflandırılamayan, yersiz ve tutarsız bir şey gibi görülebilir. Bu da şüphesiz, düşünce tarihinde, toplumsal ve siyasal hayatta uzun bir süre anarşizme, anektod düzeyindeki ilgi dışında, pek az ilgi gösterilmiş olmasını açıklamaktadır.
Anarşizmle insana, politikaya ve topluma dair modern bakışlar arasındaki bu farklılık birçok biçimde incelenebilir. Fakat şüphesiz, anarşizm ve modernitenin en yakın göründüğü “özne” ve “öznellik” konusunda bu farklılık daha iyi algılanabilir. Özgür, kendinden ve dünyadan sorumlu bir “özne” olarak birey, açıkça söylenirse modern düşüncenin, Decartes’ın ve cogito’nun; Kant’ın ve aşkın öznenin; Kartezyen Düşünceler’deki Husserl’in aşkın fenomenolojisinin büyük icadıdır. Aynı zamanda, “insan ve yurttaş hakları”nın, Aydınlanma’nın ve Fransız Devrimi’nin, liberal ekonominin, modern hukukun, laik ahlakın ve temsili demokrasinin de icadıdır. Fakat özne, öznellik, anarşizmde de, onu canlandıran isyanda, sürekli adalet kaygısında, dünyayı değiştirme isteğinde önemli bir yer işgal etmez mi? Hiç şüphesiz eder. Devrim anlayışlarında olsun (devrimin “öznesi” kimdir? şeyleri kim değiştirebilir?) ya da bağlılığını bildirdiği özgürlük anlayışlarında olsun (kim isyan etmelidir ve edebilir? kim özgürleşebilir, kimden ya da neden özgürleşebilir?) anarşizm özneden ve öznellikten yanadır. Bu anlamda, Joseph de Maistre’den Heidegger’e kadar, ister varlık adına, ister doğal bir düzen ya da şeylerin geleneksel düzeni adına olsun, bıkıp usanmadan modern öznelliği ifşa edenlerle hiçbir ciddi ilişkisi yoktur. Anarşizm bir öznelciliktir, radikal bir öznelcilik. Gerici ya da gelenekçi rakiplerinin bu konuda yanılmamaları için birçok sebepleri vardır. Ama bu radikallik, görünüşün aksine, öncelikle bir abartısı olarak göründüğü modern öznelliğe bir şey borçlu değildir. Anarşist öznelliğin tabiatı başkadır. Fakat bu, hem geleneksel ve gerici düşünceye hem de modern liberal düşünceye karşıt olması nedeniyle hep yanlış anlaşılır.
Anarşist öznelliği modern öznellikten ayıran nedir? İki temel farklılık üzerinde durabiliriz:
ilk farklılık; modern özne bütüncül, sürekli ve homojendir. Tek bir biçimde varolur ve ne kadar birey varsa o kadar çoğaltılmıştır. Anarşist özne ise tersine, çoğul, değişken ve heterojendir. Biçimleri büyüklük ve nitelik açısından sürekli değişir. Çoğunlukla kolektiftir; bireysel olduğunda bile. Ve terimin yaygın kullanımıyla ‘birey’, onun sayısız başkalaşımları arasında büyük ölçüde aldatıcı bir figürdür yalnızca.

Ill.: André Bernard
İkinci farklılık; modern özne doğayla radikal biçimde çatışarak, dünyadan ayrılarak, kendine saf bir düşünce, saf özgürlük, ve Alain Renaut gibi modern bir filozofun dediği gibi “doğadan ve şeylerin dünyasından başkalık”  süsü vermeye çalışarak kendisini kurmuştur. Anarşist özne, moderniteye, onun doğal ve geleneksel düzenle mücadelesine çok şey borçlu olsa da, kendi özgüllüğünü belirleyen şaşırtıcı bir dönüş yapar. Kendisini şeylerin düzenine karşı oluştursa da, bunu, yine hemen onların yanına dönmek için, onlara, dünyaya ve doğaya bağlılığını belirtmek için yapar. Yine de anarşizm, radikal bir öznellikle, gerçeklik ve dünya adına, temel güçlerini, ilk başta çok yakın göründüğü modern “özne”nin, onun “saf varlık” iddialarının, sözde “cüzi iradesi”ndeki esaret ve soyutlamanın, her türlü tahakküm ve baskı biçiminin –ki idealizmi bunun en büyük kanıtıdır- aleyhinde kullanır. Öznel olan anarşist proje, içine doğduğu -ele geçirdiği ve değiştirdiği- gerçekliğin içinde biçimlenme iddiasındadır.
Anarşist öznelliğin bu çifte özgüllüğü, yani bir yandan çokluluğu diğer yandan dünyanın ve gerçekliğin içine dahil oluşu nasıl gösterilebilir? Bunun için (başka birçok yol arasından) iki olası yol var:
Biri, biraz daha teorik, anarşist hareketin üst taraflarında, Proudhon ve Bakunin’in tuttuğu, ama bu yazının sınırlarını ve hedeflerini aşan bir yol.
Diğeri, aşağılarda, anarşist hareketin onlarca yıllık deneyimlerinin ardından kendi tarihini ve varoluş biçimlerini düşünme yolu. Şimdi, kısmen de olsa izleyeceğimiz yol budur. En azından, iki savaş arası dönemde, daha somut olarak, 1920’li yılların sonunda kısa tarihçesinin ilk bölümünün kapandığı ve tanınmış militanlarının anarşist hareketin ne olduğunu ve neler yapabileceğini ortaya koydukları dönem üzerinde durarak bunu yapmaya çalışacağız.
Anarşizmin Fransız sendikal hareketinden neredeyse dışlanması, Bulgar anarşistlerin ezilmesi, Primo de Rivera diktatörlüğünün peşine düştüğü İspanyol CNT’nin yeraltına inmesi, Arjantin anarşizminin zayıflaması, Rusya’daki liberter hareketin bolşevik diktatörlüğün, İtalya’dakinin ise faşizmin  darbeleriyle ezilmesi, 1920’li yılların sonlarını anarşizm için zor bir dönem haline getirmişti.  Avrupalı anarşistlerin sürgün yeri Fransa, J. Maitron’un ifadesiyle, “daimi küçük uluslararası kongre” merkezi haline geliyordu. Ama burası, kişisel ve ideolojik çatışmaların şiddetinin hüküm sürdüğü, ufacık bir uzlaşmanın bile imkânsızlığına ve güçsüzlüğüne mahkûm bir kongre merkeziydi. İşte, liberter hareketlerin tüm gücü, farklılıkların ötesinde, böyle bir ortamda biçimleniyordu. Anarşizm üç büyük ana akımdan oluşuyordu: anarko-sendikalizm, liberter komünizm (ya da anarşist komünizm) ve bireycilik. Bu üç akım, inişleriyle ve çıkışlarıyla, çeşitli örgüt ya da kimlik biçimleri halinde günümüze kadar gelmiştir.  Şüphesiz, ileride de görüleceği gibi, anarşist öznellik biçimlerinin çeşitliliğini açıklamaktan çok uzak bu ayrıma fazla önem atfetmemek gerekiyor. Fakat yine de ilginç bir ayrım. Çünkü, liberter tarihine 60 yılı aşkın bir süre düzen vererek, Proudhon ve Bakunin’den sonra, hatta daha basitçe de olsa, modern düşünceye ve onun alışıldık özne anlayışına kıyasla anarşist öznelliğin özgünlüğünü bu ayrım ortaya koymuştur. Anarşist özne sorununu yeniden sorgulamaya yol açmış ve olası cevapların kaldıracı olmuştur.
Anarşizmde, bu hareketin talep ettiği devrimci değişimin, özgürlüğün ve tarihin “öznesi” kimdir? Bireycilerin indirgenemez “ben”iyle özdeş, toplumun, bütün dışsallıkların, tüm sosyal ve politik bağların amansız düşmanı olan “birey” mi? Ya da tersine, liberter komünistlerin “anarşist örgütü” mü? 1926’da kaleme alınan Archinov Platformu'nda dendiği gibi, devrimin hedeflerini belirleyecek, bunlara ulaşmak için yolları hazırlayacak ve halkı bu amaca yönlendirecek saf bir iradeyle bezenmiş kolektif bir yapı mı? Ya da öznenin bu rolü, emeğin ve sonuçta sermayeden ve devletten bağımsız bir ekonominin çeşitli biçimlerde ifade edildiği anarko-sendikalistlerin ya da devrimci sendikacıların “sendika”larına mı bırakılmalıdır?
Ne denli kaba ve genel olursa olsun, bu üç ‘yanıt’ da, bakış açılarındaki indirgenemezlik sayesinde, anarşist özneye dair tüm bütüncül iddiaları reddetmeye yeterlidir. Bununla beraber, bu üç akımın temsil ettiği çokluğun hakkını vermekten uzaktırlar. Bu çokluk sadece onları kendi aralarında bir araya ve karşı karşıya getiren çelişkili ilişkiyle değil, fakat her birinin anarşizm hakkında söyledikleriyle, ifade etmeye çalıştıkları gerçeklik düzeyiyle de ilgilidir.

Anarşist Bireycilik
Bu akımın kutsadığı “birey”, (diğer bileşenlerle sentez kaygısı duyulmaksızın) kendi içinde değerlendirildiğinde, ilk başta modern özneye yakın bulunabilir, onun ortaya çıkışının negatif momenti olarak görülebilir. Sonuçta, bireyci, her türlü toplumsal bağı ve “ben”in dışındaki, ister istemez yabancılaştırıcı olarak algılanan bir dünyada yer almayı reddettiğinden, dünyayı kendi iradesine tâbi kılmak için bu dünyaya geri dönebilen saf bir bilincin ve özgürleşmiş öznenin şartlarını oluşturmaya katkıda bulunmuyor mu? Bireycinin, bu negatif hareketten çıkmama ve yeniden kurduğunu sandığı sosyal bağı reddetmedeki ısrarı, bu hareketin anlamı ve tabiatı hakkında, onu harekete geçiren ve onu sınırsız bir kaçışa, Stirner’in bahsettiği “kendi kendini yiyip bitiren bir ben’e”, “Hiçliğe” doğru iten irade hakkında elbette şüphe uyandırmaya yeterlidir.
Fakat, yokluğa doğru bu kaçış, toplumsal bağın tuzaklarının bu reddi ve teşhiri, modern öznenin birliğine yönelik çok daha endişe verici bir iddianın sadece olumsuz yüzünü oluşturmaktadır. Eğer bireycinin “ben’i”, eleştirisindeki bütün radikalliğe rağmen “hiç’e” meylediyorsa, bu devredilemez ve indirgenemez bir “özelliğe/mülkiyete” sahip olmasından kaynaklanır: Kendi öz varlığı. Bu bireysel özelliğin/mülkiyetin “özü”, mutlak tekilliğidir: “İnsan kendi indirgenemez tekilliğinde, her zaman diğerlerinden farklıdır ve diğerleriyle alış verişinde hep kendine dönmüştür.” (Eugène Fleischmann Stirner üzerine konuşurken böyle der). Martin Buber’in de Kierkegaard ve Stirner hakkında yazdığı gibi, anarşist bireyci için “birey kategorisi, ne özneye ne (büyük harfle) İnsana, sadece somut tekilliğe geçit verir.” Stirner referans olarak gösterilse de gösterilmese de, mutlak öznellik olan anarşist birey benzeri bireyler çokluğunu birleştirebilen bir kendilik yaratmaz. Tersine, öznelliğin indirgenemezliğini, olası bütün insan varlıkları ölçeğinde çoğaltan bir kaldıraç görevi görür. Nesneleri algılama şekline dair nasıl eleştirilirse eleştirilsin, anarşist bireyciye göre, insan sayısı kadar öznellik vardır. Her seferinde farklı, Stirner’in deyişiyle “tikel”, tekil öznelliklerin çokluğu...

Liberter Komünizm
Liberter komünist akım, bilinç, bilgi ve bilim yoluyla nesnelere hakimiyetin, politik eylemin ve öznenin modern anlayışına daha uygun değil midir? Bireyci tekillikle karşılaştırırsak ve özellikle de (“platformcu” diye adlandırılan) en iddialı örgütsel versiyonu içinde  ele alırsak, şüphesiz uygundur. Bir kez temel amaçta –liberter komünizm- uzlaştıktan sonra “bilinçli” anarşistler, 1) bu amacın belirlediği strateji ve taktiği hazırlayacak, 2) bunları hayata geçirecek disiplinli militanlardan oluşacak siyasi bir örgütte bir araya geleceklerdir. Bu anarşist gruplaşma şeklinde, siyasetin ve siyasi partilerin modern anlayışlarını bulmamak mümkün değildir: Sadece siyasi ve akılcı özellikleriyle tanımlanmış spesifik bir yere duyulan inanç; erkek, kadın, küçük, büyük, genç, yaşlı, kol emekçisi, entelektüel, usta, müzisyen, Fransız, İtalyan, öfkeli, duygusuz, miyop ve kambur herkesin gerçek farklılıklarını ortadan kaldırarak, onları birleştiren amaca ulaşacak en iyi yollar üzerinde ortak akıl yürütmek, izlenecek yolu kararlaştırmak ve kabul edilen kararlara uymak için bir araya geldikleri yer...
Öte yandan, bu liberter komünist (ya da anarşist-komünist) örgüt anlayışının en uç biçiminde hiçbir zaman gerçekliğe kavuşmadığı gözlemlenebilir. Bunun en kesin eleştirisinin, komünist liberter akımın başlıca kuramcılarından olan Malatesta tarafından yapılması manidardır. Malatesta’ya göre, “platformcu ” anlayışlar artık gerçekten anarşizmin bir parçası değildir. Bunlar anarşizmin reddettiği “temsili yönetim” modelini ve siyasi, dini aygıtları yinelemekle yetinirler:
"Bu anarşizm mi? (diye yazar Malatesta “platform” hakkında) Bence bu bir hükümet ve bir kilisedir. Doğru, polisi ve piyadeleri eksik; tıpkı yukarıdan dikte edilen bir ideolojiyi kabullenmeye hazır müminlerin eksik olduğu gibi. Ama bu sadece bu hükümetin güçsüz ve olanaksız bir hükümet olacağı, bu kilisenin ise dini ayrışmaların ve sapkınlıkların fidanlığı olacağı anlamına gelir."
Bakuninci ilk çevrelerden hayatta kalmış, sözü dinlenen ve nüfuzlu biri olan Malatesta, gözle görülür biçimde farklı bir liberter komünist “örgüt” anlayışı geliştirir. Çeşitliliği ve esnekliğiyle, öncelikli olarak bireylerin “iradesine” dayanan bu örgüt, liberter hareketi tanımlayan farklılıkları ve çeşitliliği, “ortamların”, “şartların”, “tercihlerin”, “mizaçların”, “kişisel uyum ya da uyuşmazlıkların” çeşitlilik ve farklılıklarını özenle dikkate alır: 
“Genel bir Birliğin herkesin çabalarını koordine edemeyeceği ve güçlerini bütünleştiremeyeceği kadar mücadele ortamları ve koşulları farklıdır, çok sayıdaki eylem biçimi kimilerinin tercihine uyarken kimilerininkine uymaz, mizaç farklılıkları ve kişisel uyuşmazlıklar da son derece çeşitlidir.
Malatesta’nın bütün hayatı boyunca kurmaya çalıştığı, geometrik yapısı ve amaçları değişken olan, durumlara ve olaylara göre değişen, “özel” “gizli” ya da “kamusal” örgütler elbette bireysel “iradeye” seslenebilirler. Bu irade kavramını, determinizmin tersine, soyut ve geçici bir idealin olgulara keyfi biçimde baskı kurması olarak algılanan “iradeci bir felsefe” düzleminde yorumlamak haksızlık olur. Maletestacı birey, “mizacıyla” ve “ilişkileriyle”, bireycilerin bireyinden daha az çoklu olmasa da, onu harekete geçiren irade, modern düşüncenin temsili siyaset sahnesindeki “vatandaş”a tanıdığı soyut özgürlüğün uygulanmasına elbette boyun eğmez.
“Tabiatını ve kaynağını anlayamadığımız yaratıcı güç,” diye yazar Malatesta, olan “irade” öncelikle bir “güç/erk”tir ve aldırmazlığın ya da modern “cüzi irade”nin özgürlük anlayışından çok  Schopenauer’ın ifşa ettiği “yaşama isteği”ne, hatta Nietzsche’nin “güç istenci”ne yakındır.
Bu konuda Bakunin’e bağlı kalan Malatesta’nın açıkladığı gibi:
“Kendimiz ve diğerleri için istediğimiz özgürlük, pratikte kaçınılmaz olarak güçsüzlerin ezilmesine dönüşecek mutlak, soyut ve metafizik bir özgürlük değildir.”
“İlişkilerin çokluğunun sonucu olan duyarlılık inceliği” aracılığıyla; “insanın daha kişisel ve karmaşık ilişkiler yoluyla git gide artan sayıda bireyle ortaklık kurması ve sonunda bu ortaklığı  tüm insanlığa ve hayata yayması” yoluyla her bireyin içine işleyen anarşist “özgürlük” ve irade, insan eyleminin “aşağısında”ki, gelecekteki bir idealin bugünkü sonuçları değildir. Tersine onları üreten ilişkilerin karmaşıklığında, “yukarılarda” doğan güçlerin ifadeleridir. Malatesta şöyle yazar:
“Tek bir bireyin özgürlüğü bile, onu çevreleyen bireylerin, içinde doğup büyüdüğü ve öldüğü toplumun onun üzerinde uyguladığı maddi, entelektüel ve ahlaki etki kütlesinin sürekli yeniden üretilen bileşkesidir.”

Anarko-Sendikalizm
Eskiden liberter hareketin tarihindeki en önemli akım olan anarko-sendikalizmle, anarşist öznenin çoklu yapısı, ölçek, boyut ve niteliğini tamamen değiştirdiği yeni bir kararlılık düzlemi bulur. Bu yoğunluk ve nitelik farklılıkları, liberter komünizmde olduğu gibi, sadece, birçok dış etkinin tekil bileşeni olan bireysel “insan iradesini” ya da anarşist bireyciliğin radikal öznelliğinin varoluşçu tekilliğini etkilemekle kalmaz; “bireysel” olan bu çoklu öznellik, güç, arzu, birey, şey, insan ya da insan-dışı gerçekliğin çok sayıda karmaşık düzenlenmesiyle,  kolektif bir hal alır.
Çeşitli büyüklükte, içerikte ve yapıda olan, birbirinin içine geçen bu düzenlemeler, daha doğrusu bu kolektif amiller, bireysel iradenin amaçlarını, niteliğini ve yoğunluğunu değiştirecek koşulların bir kısmını sağlamakla ya da bireyci tekilliği içine atacak bir kefil sunmakla yetinmezler. Aynı zamanda bir araya getirdikleri bireylerin yanıltıcı benzerliklerini ve içe kapanmalarını da kırmaya ve hatta G. Simondon’un gösterdiği gibi, onlardaki bireyselleşme-öncesi potansiyelleri ortaya çıkarmaya çalışırlar. Sonuçta, çeşitli heterojen koşullarda ‘üstte’ üretilen birey, ‘altta, hiç durmadan değişmeye, olaylara bağlı olarak bir araya gelen nitelikleri yeniden dağıtmaya, onları kesintisiz ve öngürülemeyen bir birleştirme, ayrıştırma ve yeniden birleştirme zinciriyle dönüştürmeye (genleme, kasılma ve yön değiştirmeyle...) yönelmiştir. Bu açıdan bakıldığında, olaylara tâbi heterojen bir üstle, sürekli ve belirgin bireysel irade özelliklerinin birleştiği ast arasındaki ayrılığı görelileştirmeye çalışan bir süreçtir. 
Önce meslek sonra sanayi örgütü... Madenciler, cam işçileri, tahta, metal ve inşaat işçileri ve bu sonuncuların çeşitli ve özel kolları: duvarcı, çimentocu, doğramacı, toprak işçisi, tuğlacı, bacacı, kalıpçı, dökümcü, sac ustası, vs... Anarko-sendikalistlerin her sendikasının kendine özgü bir fizyonomisi, özgül bir kimliği, tekil, hassas, dayanıklı, değişken ve daima birçok unsura bağlı tekil bir öznelliği vardır: katılımcı sayısı, bulunduğu bölgenin sektöründeki işçi sayısı, işletme sayısı, endüstriyel faaliyetlerin tâbiatındaki baskınlık, işçiliğin coğrafi kökeni ve eskiliği, örgütün eskiliği, örgütün tarihçesini şekillendiren gelenekler ya da kopmalar, örgüte damgasını vuran olaylar, militanlarının ve katılımcılarının kökenleri, vs. Tekil bir örgüt olan sendika, iç içe geçmiş daha geniş özdeşliklerin arasında, her seferinde farklı biçimde ele alınabilir: yerel federasyonlar, emek borsaları, meslek ya da endüstri federasyonları, konfederasyonlar, uluslararası dernekler. Sırası gelince, bunlar da kendilerini oluşturan benzersiz birleşimlerin içinde, çeşitli ve değişken seviyelerde, kendi fizyonomileriyle ve öznellikleriyle donanmış ‘kendilikleri’ ve kimlikleri belirleyeceklerdir.
Bireyci öznelliğin düzlemini olduğu gibi liberter komünist iradelerin düzlemini de kesen, teğet geçen ya da onunla bütünleşen, sendikaya özgü gerçeklik düzlemine ve onun özel kolektif öznelerinin çeşitliliğine, şüphesiz, başka yerlere açılan, sadece şans eseri gelen ama bazen belirleyici olabilen ve liberter hareketlerin bütünü içinde yer alabilecek başka düzlemler de eklenebilir: Örneğin belli bir bölgeye ya da kültürel geleneğe özgü yapısıyla ve her seferinde kendine özgü şekliyle aile. Örneğin kuşaklar arasındaki bağları ve çocukların toplumsallaşma biçimlerini dikkate almadan Barselona’daki F.A.I’nin küçük aktivist gruplarını ya da Makhnovista isyan hareketini güçlü kılan “hısımlığın” tâbiatını anlayamazdık.
Proudhon’dan Volin’e, Bakunin, James Guillaume ve Kropotkin gibi düşünürlere dek, farklı biçimlerde “kendiliğindenci” olarak tanımlananların belirttikleri “proleterya”, “işçi sınıfı”, “halk”  ve hatta “devrim” gibi gerçekliğin liberter dönüşümü için harekete geçebilecek kolektif öznelerin daha çeşitli ve daha esnek bir algısıyla anarko-sendikalizmi ve birçok örgütündeki biçimciliği birleştirmek gerekir.
Demek ki anarşizm, gerçekliğin liberter dönüşümünü düşünürken, çeşitli “öznelere” gönderme yapar: Öznelerin biçimlendiği “kararlılık düzlemleri”nin çokluğu; her kararlılık düzlemindeki öznelerin çokluğu. Böylece git gide çoğalan anarşist öznellikler, liberter hareketin bağlılığını bildirdiği, ama doğrulamayı her zaman başaramadığı “anarşi”yi vücuda getirmekle yetinmezler, aynı zamanda bu “anarşiyi” olumlu anlamda düşünmenin yollarını da üretirler.


[1] Bu metin 1996’da yazılmış ve Grenoble Kolokyumu’nda başka bir biçimde sunulmuştur.

Herstory! - Reni Parker

Qijika Reş Dergisi Sayı:4


Bu coğrafyada internetin yeni yeni yaygınlaştığı günlerde bir arama sonucunda Hypatia ile karşılaştım.

Hypatia ilk kadın matematikçi filozof ve tanrı tanımaz bir özgür ruh…

Hypatia'nın yaşam öyküsü çok etkileyici, erkek egemen yüzyıla geçiş yanı tek tanrılı dinlerin başlangıcı, tam da kadınların üzerinde tahakkümün başladığı, kadının erkeğin mülkiyetine girdiği yüzyılın başlangıcına denk gelir.

Kadınlar, insanlık tarihinin ilk dönemlerinde daha özgür birey olarak yaşadılar. Tarım, üretim, doğurganlık, sanat ve yüksel el becerileri nedeni ile 27 bin yıl kadar dünya gezegeninde birey olarak, özgürce, onore edilerek, kısaca hak ettikler gibi yaşadılar.

Ancak history' ye göre ataerkil toplum biçiminin başladığı anda yaşamın kurgusu da, bu kurguda kadına biçilen rol de değişti, değişmekle kalmadı, gelecek yüzyıllar için de rollerin korunması için tarihler yazıldı... History onun(his) tarihi, yani erkeğin tarihi… Kadının hiç tarihi olmadı...

Hypatia, Merian, Germain, Emma Goldman, Rosa Luxemburg, Virginia Woolf, Simone de Beauvoir, Lucy Parsons, Voltarine de Cleyre, Virginia Bolten ve daha pek çok kadın “History” de yer alsalar bile kendi gerçekleri ile değil, onun(he) dili ile yer aldılar.

Ataerki tek başına bir toplumsal organizasyon olmaktan öte anaerkinin varlığını yok ederek kendi iktidarını üretmiştir. Ataerkil toplum düzeninin yükselişi dinlerin doğuşu beraberinde toplumsal yaşamın (erkeğe göre) kurgusu ile başlatmıştır. Toplumsal örgütlenme modelleri tamamen ataerkinin düzenine göre yapılandırılmış, özel mülkiyet, toplumsal sınıflar ve köleliğin başlangıcı, ataerkinin yükselişi ile ortaya çıkmıştır.

Ataerkinin bir yanılsama olarak adlandırılması gerekir. Ataerki bir kendiliğinden oluş ya da kendi gerçekliği değil, tanımında fantazmagorik karakterler içeren, babasoylu, kadın çocuk ve mülkiyet bakımından üstün sayılan anlamına gelen sözcükten üretilmiştir. (Latince patria (baba) ve Yunanca achein (tahakküm) kelimelerinden)

Ataerkiye süreç olarak bakıldığında gün be gün yeniden üretilirken, onun alabildiğince sınırlarını genişleten köklerini salan bir yapı olduğunu toplumsal yaşamın her alanında görebiliriz.

Bu süreç belli bir sistem olma eğilimindedir, ancak temelde küresel bir sistem ('küreselleşme') olarak kapitalizm ve ataerki içiçedir; birbirlerinin neden ve sonuçlarını oluştururlar.  Tarihin pek çok sürecinde ataerkil sistem zirveye gelme eğilimleri göstermişse de, günümüzde en güçlendiği dönemi yaşamaktadır.

Anarşizm ve feminizm kuramları arasındaki temel benzerlik iktidar temeline dayanan toplumsal yaşam ve ekonomik eşitsizlik sorunlarıdır.

Tahakküm, cinsiyetçilik ve ayrımcılık karşıtlığı her iki kuramın da temel argümanıdır.  Anarka-feminizm de her iki kuramın kesişim kümesidir.

Anarka-feminizm, kadınların erkekler kadar bağımsız ve özgür olması gerektiğini savunur. Cinslerden birinin diğeri yanında üstün olmadığı, özel alanı da kapsamak üzere, cinslerin eşit ve uyumlu olduğu bir toplumsal örgütlenme, yani toplumsal yaşam öngörmektedir.

Anarka-feminizm toplumsal cinsiyet rollerini reddeder, çünkü o (gender) erkek egemen dünyanın sömürü argümanıdır.  Ataerki kadının bedenini, varlığını ve üretimini sömüren onu hiçleştiren erkekleri yeniden yeniden egemenleştiren erkekliğin üretildiği toplumsal bir kurgudur.

Erkeğin bilim ve teknolojideki doymak bilmez hırsı, evrenin sırlarını- gizemini öğrenmekten çok, doğa ve kadına hükmetmek amaçlı olmasından mıdır nedir kadınlar da oldum olası bilim ve teknolojiye mesafeliler. Ha başka bir okuması da olabilir, savaşların galibi ve nedeni de bilim ve teknolojideki alabildiğince sömürünün eseri değil midir? Savasın yegâne mağduru oldukları için mi bilmem, kadınlar korurlar bu mesafelerini.  Tabii ki bilim tarihinde pek çok kadın bilimcinin olduğu da göz ardı edilemez. Ancak terk edilmiş her alan erkeklere bırakılan yeni egemenlik alanıdır.

Erkeklerin iktidarlarını her an pekiştirdikleri, kendi yazdıkları bilim tarihini inceleyelim. Histroyde yer almış bilimci kadınlar neredeyse hiç yok gibidir. Ya sanat? Müzik? Edebiyat?  Yani hiç mi bir kadın bilimci, sanatçı, kuramcı, filozof, şair, yazar olmadı?

Oysa sayısız ünlü erkek  vardır Historyde …


Aslında tarihimizi yazmaya başladık bile...

Doğu - Batı İkileminde Cinsiyete Dayalı Kimlik Politikaları - Lêlav Zorîp

Qijika Reş Dergisi Sayı:4

Kökleri Descartes’e kadar uzanan düalist evren algılayışının 18. ve 20. yüzyıllarda yansıması olan ve Doğu-Batı ayrımları üzerinden güç kazanarak var olan oryantalizmin, kültürel kimliklerin tanımlanmasında sosyal bilimlerin tüm alanlarında etkili olduğunu söyleyebiliriz. Doğu’nun hiçbir koşulda epistemolojik olarak batıya indirgenemeyecek farklılıklar arz ettiğini söyleyen oryantalist bakış açısı bu ayrımlarla yetinmemiş; hegemonik anlamlandırmalarıyla da tartışmaların merkezinde yer almıştır.


Edward Said, doğuculuğun oluşumundaki asıl etmenin doğu coğrafyasının batıdan geri kalmış olduğuna dönük inanç olduğunu belirtir[1]. Esasında bu ikilem yakın dönem sömürgecilik ile yeni sanayi kapitalizminin büyük bir içerikle yaygınlık kazanmasıyla ortaya çıkmıştır. Burada ekonomik ve siyasal çıkarların etrafında şekillenen sömürge durumunun kültürel açıdan belirleyici role dönüştüğünü söyleyebiliriz. Doğu-Batı ikililiği bakan/bakılan, gören/görülen ilişkisi çerçevesinde ele alınırsa, denilebilir ki epistemolojik bağlamda bir bilen/bilinen ilişkisi olarak özne-nesne ilişkisidir de. Çünkü Batı’nın kendi kodları ve kültür birikimi ile doğuyu yeniden algılama ve tanımlama çabasıdır. Örneğin; bir yandan batılı olanın, modern, ilerici, rasyonel, dönüştüren, üretici ve egemen olduğunu varsayan oryantalizmin, Doğu tasvirini ise geleneksel, gerici, irrasyonel, statik, tüketici ve itaatkâr tanımlarla ifade ettiğini görüyoruz. Tabi ki bu ayrım ve anlamlandırmalarda belirleyici olanın kültür olduğu kuşkusuzdur. Kültürel olarak batının egemen söylemini de içeren oryantalizmin dayandığı doğu-batı ikilemini cinsiyetlendirdiğimizde Batı’nın erkeksiliği karşısında Doğu kadınsı kalmaktadır.


Doğu-batı ikilemi aynı zamanda Batı’nın modernizmi karşısında kendi özgünlüklerini korumaya çalışan bir Doğu düşünüş hareketini de doğurmuştur. Bunu kadın üzerinden olanaklı kılmıştır. Böylece ‘erkek’ yayılmacı ve saldırgan olan batıya karşı, korunmacı bir ‘kadın’ doğu algısı belirlemeye başlamıştır. Doğu-batı ikilemini, feminist eleştirilere maruz kalmış önemli iki kavram zeminiyle de özdeşleştirebiliriz. Kuşkusuz bunlar özel ve kamusal alandır. Büyük ölçüde özel alanı 'doğu' olarak anlamak gerekirse kamusal alan ise 'batı' olarak kalacaktır. Bir zihniyet tarzı olarak oryan­ta­lizm, Doğu’yu Batı’dan farklı olarak tanımladığından, bu farkı cinsiyetlendirerek, hatta Doğu’nun kendisini de Batı karşısında, tahak­küm altında tutulabilecek bir ‘dişil’ dünya olarak anlamlandırılarak var olagelmiştir[2]. Aynı zamanda batılılar “şark'ı ‘ebedi dişi’ olarak nitelemişlerdir”.[3] Bu durumda batının doğuyu yeniden tasvir edişi anlamlandırışı olarak oryantalizmin, bir kültürel cinsiyete dayanan fetih politikası olduğunu varsayarsak, batı için doğu “yabancı yer, kızlığının bozulmasını bekleyen saf bir bakire”[4] dir ve bu batı’nın doğuyu egzotik, şehvet dolu bir dünya olarak görmesindendir. Öte yandan batı, doğuya hakları teslim edilecek cahil, güçsüz ve kurtarılacak bir kadın olarak bakmaktadır. Bu açıdan batı erkeği düşünüldüğünde doğunun erkeği de kadınsı kalacaktır.  Doğunun kültürel kimliği ve farklılığının kadın ile özdeş tutulması, aynı zamanda doğunun 'kendine özgü ve ayırıcı' niteliği olarak tanımlanan kadına, 'mahrem, kültürün taşıyıcısı' şeklinde manevi bir gösterge olarak bakılmasını güçlendirmiştir.


Edward Said, oryantalizm adlı eserinde “Fransız devrimi ile aynı zamanlarda, kadın bedenlerini bu sefer batıyı saran özgürlüğün ve eşitliğin değil egzotik, erotik doğu’nun sembolü olarak gören oryantalistler Avrupa’daki hızlı değişimlerden uzaklaşıp doğuda değişmeyen bir dünya aramışlardır. Resimlerdeki iki ‘öteki’nin iç içe geçtiğini görürüz: kadınlar ve doğu” demiştir. Bu noktadan bakıldığında Doğu-Batı ikilemi modern ve geleneksel olan üzerinden kadın-erkek tanımlamalarına dayanan cinsiyet tartışmalarına dönüşmüştür. Sanayi kapitalizminin istilasına uğramış doğunun, ulus devletlerinde birtakım cinsiyet rejimlerinin otaya çıkışı bununla beraberdi. Doğu-Batı çatışması karşısında uluslaşma sürecinde, modernleşmenin merkezi bir çatışma alanı olmaya başladığını söyleyebiliriz. Batı modern idi, doğu ise bu durumda modern olmayan-tepkisel-alanı seçmiştir. Sonra bu süreçte doğu-batı ayırımına, Doğu’nun kendini bir yanıt olarak ulus devlet zemininde var etmesi izlemiştir. Doğulu toplumların böylece kültürel kimlik politikalarıyla, dinsel, geleneksel, mistik yönleriyle modernleşmeyi bir bütün olarak değil teknik ve bilimsel olanaklarıyla sadece bir yönüyle kabul ettiği söylenebilir.


Cumhuriyet döneminde ağırlıklı olarak batılılaşma sürecinin, manevi değerlerin korunması şartıyla, egemen sınıf tarafından iyimser karşılandığını görüyoruz. Cumhuriyet Türkiyesi örneğindeki kimlik politikalarına baktığımızda, Türk modernleşmesi kendini yeni bir cumhuriyet ailesi[5] olarak tahayyül ederek uluslaşmıştır. Ulusçu çabaların, başından itibaren çok politize olmakla beraber bir tür cins rejimi oluşturduğu söylenebilir. Kısacası ulus, korunması gereken bir kadın uğruna ölünecek bir sevgili; el değmemiş, kutsal, her türlü çıkarın dışında tutulması gereken bir varlık olarak düşünülmüştür. Üniter devlet yolunda Kemalist milliyetçiliğe dayanan kültür ve kimlik politikalarının, kadın bedeni üzerinden şekillendiğini görmekteyiz. Kadın, batı modernizminin -kültürel- hegemonik yayılışı karşısında bir kale işlevi görmekteydi. Ulusa ‘özgü’ olan kadın üzerinden tanımlandığı için ve değişmezliği benimsendiği için kadın toplumsal dönüşümün-modernleşmenin- dışında tutulmaktaydı. Batının ahlak, değer ve kültürel yönünün örnek alınmasını reddeden yeni Türkçü, ulusçu söylem bu manevi değerleri temsil eden kadının batılılaşmasını Türk milli kültürün deformasyonu olarak algılamıştır. Genelde ‘kültürümüzün manevi kimliğini koruyabildiğimiz oranda, kendimize özgü benliğimizi kaybetmeksizin modern/maddi dünyanın gereklerine ayak uydurabildiğimiz sürece her türlü uzlaşmaları ve entegrasyonları yapmaya açığız’ tutumunu sergilemişlerdir. Türkçü-milliyetçi kesimin Cumhuriyet döneminde düzeltme yenileme iddiasında bulunduğu alan –teknoloji, iktisat, pratik bilim- erkekle ilgili iken, olduğu gibi kalmasını istediği ve yozlaşmaması gerektiğine kanaat getirdiği kurumsal özne olarak kadın alanı-kültür, batı sosyal yaşamı, moda ve sanatı-bu yenilik çabalarının dışında tutulmuştur. Bu temsili kesim, tam da bu yüzden erkeğe tekabül eden siyasal/teknik bilime sıcak bakarken, kadını doğrudan etkileyecek kültür, sanat ve eğitime kapılarını kapatmıştır; dolayısıyla kadını temsil eden alan ‘modernleşmeyi gerektirmeyen alan’[6] olarak tarif bulmuştur. Dolayısıyla kadının sosyal-kültürel hayatında değişimler erkelere nazaran görünmez derecede az olmuştur.


Doğu her zaman din aile, ahlak ve geleneklerin alanı olarak özel alanı, yeniden üretimin alanı olarak reform süreçlerini merkezine koymuştur. Ulusçu ve milliyetçi bağlam üzerinden güç kazanan bu alana, batının müdahalesini eleştiren milliyetçi -gelenekçi- tavır, manevi dünya olarak tanımladıkları kültürel maneviyatın merkezi dedikleri aileyi ve aile içi cinsiyet rollerinin korunmasını tavizsiz istemişlerdir. Batı ile özdeş tutulan kamusal alanın ise çok rasyonel, düzenlenebilir, herkesin ortak yüzü, devlet ve siyasi mekanizmaların belirleyici olduğu bir dünya -rasyonel- olarak kabul edildiğini söylemek pek yanlış görünmüyor. Batı özel alan olarak Doğuyu keşfetmek, fethetmek isterken, Doğu bu müdahale karşısında alanını-özel alanı/kadını- korumak için milliyetçi ve kültürel savunma politikası geliştiriyordu. Örneğin Hindistan’daki milliyetçi görüş, kadın sorununun sivil alan talepleriyle değil de devlet ve siyaset mekanizmalarının müdahalesiyle çözülmesine karşı çıkmıştır. Çünkü onlara göre devlet, düzenleyici olurken kararların ani uygulanmasını da talep eden bir kurum. Oysa kadın sorununda toplumun mühendisleri denilen aydın sınıfında yararlanılması gerektiğini öne sürmüşlerdir,. Böylece uygulamaların daha sağlıklı hazmedileceğine inanmışlardır.[7]


Sonuç olarak bütün bu savunma politikaları ve özel alanı koruma çabaları, Doğu’nun kimlik ve toplumsal cinsiyetleri kurarken özel alanı nasıl bir çözüm pratiği olarak Batı karşısına koyduğunun somut bir örneğidir. Dolayısıyla Doğu-Batı ikililiğine dayanan çatışmalı durum aynı zamanda daha mikro bir sorunsallık olarak kamusal ve özel alan çatışması şeklinde de pekâlâ okunabilir.

Dipnotlar:

[1] Edward Said, Oryantalizm, s.204
[2] Sancar, Serpil: Otoriter Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti,  Doğu-Batı dergisi, Kasım 2004.S
[3] Schick, Irvin Cemil: Batının Cinsel Kıyısı: Başkalıkçı Söylemde Cinsellik ve Mekânsallık., Tarih Vakfı Yurt Yay. İstanbul,  Haziran, 2001, S:45,
[4] Schick, Irvin Cemil: A.g.e. S:45-46
[5] Sancar, Serpil: Otoriter Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti: Doğu-Batı dergisi, Kasım 2004
[6] Sancar, Serpil: A.g.m.
[7] Chatterjee, Partha: Kadın Sorununa Milliyetçi Çözüm adlı makalesine bkz. (milliyetçiliğin geleneksel-özgün- bir kurum olarak aileyi tarifi ve aile ilişkilerinin korunması gerektiğine ilişkin gerekçelerine değişik bir açıdan bakar)