20 Ocak 2012 Cuma

Savunma Uzmanlarının Rasyonel Dünyasında Cinsiyet ve Ölüm - Carol Cohn

Qijika Reş Dergisi Sayı:4

"Buna inanamam" dedi Alice.
"İnanamaz mısın?" dedi Kraliçe acıyan bir ses tonuyla. "Tekrar dene: derin bir nefes al ve gözlerini kapa."
Alice güldü. "Denemenin faydası yok” dedi. "Kimse imkânsız şeylere inanamaz."
"Sanırım çok fazla tecrüben olmadığını söyleyebilirim" dedi Kraliçe. "Ben senin yaşındayken her zaman, günde en az yarım saat imkânsız şeylere inanırdım. Hatta bazen kahvaltıdan önce altı tane imkânsız şeye bile inandığım olurdu." [Lewıs Carroll, Aynanın İçinden]
Stratejik nükleer analizleriyle yakın temasım 1984 yazında başladı. Nükleer silahlar, nükleer strateji doktrini ve silah kontrolü üzerine çok seçkin “savunma uzmanlarının (Ç.N. savunma entelektüelleri)” yazın hazırladığı bir atölye çalışmasına katılan kırk sekiz öğretim görevlisinden (on kadın arasından) biriydim. Savunma uzmanları erkeklerden oluşan (ve gerçekten, hepsi adeta adamlar) “neden kullanılması emniyetli olmayan silah tiplerine ve bilumum silah sayısını sahip olmanın güvenli olduğunu caydırıcılık kavramını kullanarak açıklayan kimselerdir.”[1] Bu uzmanlar hükümetin içine girip çıkabilen, bazen idari görevlerde bulunan ya da danışmanlık yapan, bazen de üniversitelerde ve fikir kuruluşlarının beyin takımında (Ç.N. İngilizce; think tank) çalışan sivillerdir. Nükleer silahların yarattığı sorunların karşısında “rasyonel” olarak adlandırdıkları sistemler formüle ederler: silah yarışı nasıl idare edilir; nükleer silahların kullanımı nasıl caydırılır; caydırıcılık başarısız olursa nükleer savaş nasıl yapılır. George Kennan’ın da dediği üzere “rasyonel anlayışı inkâr ederce, grotesk boyutların seviyesinde”, bu uzmanların hesapları nükleer yıkım kabiliyetine sahip olmanın gerekliliğini açıklamak için kullanılır.[2] Aynı zamanda, bu uzmanların mantığını kullanarak nükleer silahlarsız yaşamanın güvenli olmayacağını da açıklanmaktadır.[3] Kısacası, Amerikan stratejik nükleer uygulamalarına bilgi üreten ve bu yöntemi meşru kulan teoriyi yaratmaktadırlar.
İki hafta boyunca, nükleer savaşa dair erkeklerin kalkıştığı ruhsuz ve hissiz tartışmaları dinledim. Kendimi dehşet içinde buldum, ama elimde olmayan bir şekilde de etkilenmiştim – nükleer silahlardan değil, ya da nükleer yıkımın görüntülerinden de değil, aksine benim gerçeklik olarak bildiğimden olağanüstü bir soyutlamanın ve kopuşun bu profesyonel söylemin bir niteliği oluşundan. Bu insanlar nasıl böyle düşünebiliyordu? Yaz çalışmasının sonunda, üniversitenin savunma teknolojileri ve silah kontrolü merkezinde (bundan sonra “Merkez” diye tabir edeceğim) kalma fırsatı bana teklif edildiğinde, bu insanların nasıl “böyle” düşündüğünü öğrenme fırsatına atladım.
Hayatımın bir sonraki senesini savunma uzmanlarının deryasına batmış şekilde geçirdim. Katılımcı gözlemci olarak, derslere girdim, argümanları dinledim, savunma analistleriyle muhabbet ettim, eğitimlerinin başında, ortasında ve sonunda olan lisansüstü öğrencileriyle mülakatlar yaptım. Onların özelleşmiş dilini öğrendim ve ne düşündüklerini ve nasıl düşündüklerini anlamaya çalıştım. İçsel tutarsızlıklarına ve dile getirilmeyen varsayımlarına dair mantıklarını elekten geçirerek inceledim. Ama dillerini öğrendikçe, malumatlarına ve argümanlarına daha fazla içli dışlı olmaya başladıkça, kendi düşüncelerimin değiştiğini farkettim. Kısa sürede, dışsal bir şeyi araştırma konforuna sığınamaz oldum ve “onlar” diye nesnelleştirmez hale geldim. Yeni bir soruyla yüzleşmek zorundaydım: Ben nasıl böyle düşünebilirim? Aramızdan her hangi biri nasıl böyle düşünebilir?
Stratejik analizler dünyasında geçirdiğim tüm vakitte, cinsiyetin her yerdeki bariz ağırlığını fark etmemek zordu, hem sosyal ilişkilerde hem de dilin kendisinde; neredeyse tamamen erkeklerin var olduğu bir dünya (tek istisna sekreterler) ve dilin içinde oldukça dikkat alıcı metaforlar mevcut.
Cinsiyet ve dil hakkında, tabi ki, önemli ve büyümekte olan feminist kuram mevcut.[4] İlaveten, savaş ve militarizmin toplumsal cinsiyet suretlerini inceleyen, zengin ve artmakta olan geniş bir teorik çalışma bütünü de mevcut. Bu literatür erkeğin ve kadının militarizm ve pasifizm ile olan farklı ilişkisini ve militarizasyona hizmet etmek için toplumsal cinsiyet ideolojisinin nasıl kullanıldığını incelemektedir. Toplumsal cinsiyet ve savaşa dair bazı feminist çalışmalar da, Batı kültüründe geliştiği şekilde rasyonalite fikrine yönelik, artmakta olan güçlü feminist eleştirinin bir parçasıdır.[5] Bir yandan bütün bu çalışmalara borçlu olsam da, benim kendi projem en çok Batı’daki baskın akıl kavramına yönelik feminist eleştirisinin gelişmesiyle ilişkilidir. Hedefim stratejik nükleer düşüncenin doğasını tartışmaktır; özellikle vurgulamak isteğim nokta özelleşmiş dilin rolü üzerinedir, ben bu dile “teknostratejik” diyeceğim.[6] Bu dilin, Amerikan stratejik nükleer projesinin doğasını hem yansıttığını hem de şekillendirdiğini, savunma uzmanlarının haliyen yaptıkları gibi düşünmelerini ve davranmalarını sağlamada merkezi bir rol oynadığını, ve nükleer silahlar ve savaş hakkında kaygı duyan feministler olarak kullanmayı seçeceğimiz – bizim iletişim kurmamızı ve aynı zamanda da düşünmemize sağlayan – dile titizlikle dikkat etmemiz gerektiğine inanıyorum.
Sahne I: Dinlemek

Nezih bombalar ve nezih dil
Savunma uzmanlarının dünyasına girmek tuhaf bir deneyimdi – tuhaf çünkü erkeklerin günlerini sakin olarak geçirdiği ve iş icabı bir gerçekçilikle nükleer silahları, nükleer stratejiyi ve savaşı tartıştığı bir dünya. Tartışmalar dikkatlice ve girift şekilde sorgulanıyor, görünürde hiçbir korku, acelecilik ya da ahlaki patlama hissiyatı yokmuş gibi vuku buluyor – hakikaten, “ilk saldırılardan,” “karşı kuvvetlerin mübadelesinden” ve “sınırlı nükleer savaştan” bahsederken ya da “asgari caydırıcılık durumu” karşısında “nükleer savaş yürütme kapasitesinin” mukayeseli değerleri tartışılırken, kelimelerin arkasında hiçbir görsel gerçeklik yokmuş gibi.
            Gene de bu adamlar hakkındaki en çarpıcı şey, diyaloglarının içeriğinin akla getirdiği gibi, onların soğukkanlılıkları değil. Daha çok, cazibe, mizah, zekâ, ilgi ve inceliğe fevkalade sahip bir grup erkek olmalarıdır. Okuyucu, onları beğeniyordum. En azından, birçoğunu beğeniyordum. Bu çaptaki erkeklerin nasıl oluyor da özü itibariyle yıkıcı olduğunu düşündüğüm bir gayrete katkıda bulunduğunu anlama çabam benim için devam eden bir saplantıya, onların dünyasındaki deneyimlerimi incelemek için baktığım bir lense dönüştü. 
            Bu erken evrede, nükleer savaşı tartışmak için kullanılan olağanüstü dilden etkilendim. Bana ilk çarpan şey soyutlamaların ve üstü örtük deyişlerin (Ç.N. İngilizce; euphemism) detaylı kullanımıydı, kelimeler o kadar mülayim ki konuşmacıyı hiç zorlamıyorlardı ya da dinleyicinin sözcüklerin arkasında yatan nükleer katliamın gerçekliklerine hiç yaklaştırmıyordu.
            Hiroşima’da yanan kurbanların fotoğraflarını gören ve ya yüzlerce cam kırığının ete saplandığındaki acıyı hayal etmeye çalışan her kimse bir nükleer aygıt sınıfına gerçekçi bir ifadeyle “nezih bombalar” diye tabir edilmesini düş gücünün ötesinde sapkın bulacaktır. “Nezih bombalar” fisyondan (Ç.N. çekirdek bölünmesi) daha çok füzyon (Ç.N. çekirdek erimesi) temelli nükleer aygıtlardır ve bu yüzden radyasyon olarak değil ama patlama olarak, yıkıcı bir infilak gücü olarak daha yüksek oranlarda enerji ortaya çıkarırlar.[7] 
            Savunma analistlerinin ve silah kontrolörlerinin dilinde “nezih bombalar” en mükemmel metaforu sağlayabilirler. Bu dilin muazzam bir yıkıcı gücü vardır, ama hiçbir duygusal serpinti yaratmadan, öyle ki kişinin kitle katliamlarından, ezilmiş bedenlerden ve kelimeleri kifayetsiz kılan insani acının planlarından bahsettiği bariz olsa bu olaylardan bahsetmenin neden olacağı duygusal serpintiden yoksundur. Savunma analistleri şehirleri yakıp kül etmek yerine “karşı askeri stratejik saldırıdan” bahsederler. İnsan ölümü, nükleer deyişte, en genel olarak “tali zarar” olarak ifade edilir; o kadar ki, bir savunma analisti alaycı bir şekilde “Hava Kuvvetleri insanları hedef almaz, ayakkabı fabrikalarını hedef alır” demişti.[8]
            Bazı tanımlar dildeki bu temizlemeyi, anlamı tersine çevirecek noktaya kadar taşır. MX füzesi, on savaş başlığı taşıyabilir, her birinin infilak kuvveti 300 ila 475 kiloton TNT patlayıcı gücündedir: tek füze Hiroşima’nın bombalanmasının yaklaşık 250 ila 400 katı daha fazla bir yıkım taşımaktadır.[9] Ronald Reagan, MX füzesine “Barış Gücü” adını vermiştir. Bir yandan bu yeniden adlandırma, savunma analistleri camiasında önemli bir alay malzemesi olmuş olsa da, gene bu analistler MX füzesinden “zararı kısıtlayan silah” olarak bahsetmektedir.[10]
            Bu tabirler ki, yüzlercesi arasından sadece bir kısmı ele alınabilir, imge ve gerçeklik arasındaki teknostratejik dili nitelendiren hayret verici boşluğa örnek teşkil eder. Bu tabirler aynı şekilde nükleer aygıtların varlığının algılarımızı nasıl ürkütücü bir yolda bozduğunu ve dünyayı nasıl bu yolda yeniden tanımladığımızı da imler. “Nezih bombalar” bize insanları öldürmekte “kirli” kısmın sadece radyasyon olduğunu anlatır.
            Bir adım daha ileri gidersek, bu çeşit tabirler sağlık dolu/şifalı/ıslah edici bile gözükebilir. Böylece sadece “nezih bombalara” sahip değiliz bundan başka “cerrahi olarak steril saldırılar” da yapabiliyoruz (“karşı kuvvet” saldırıları varsayımlara göre “temizler” – yani kesin olarak yok eder – başka hiç şeye önemli ölçüde zarar vermeden düşmanın silahlarını ya da komuta merkezlerini vurabilir). Saldırıda kullanılan silahın cerrahi müdahale yapıyor olduğu imgesi, cerrahi aletin ihtiyatla kullanılan bir neşter değil de, nükleer savaş başlığı tarafından kontrol edilmesi anı tarif edilmez derece saçmadır. Ve bir şekilde neşterle dahi kan akıtıldığı unutulmuşa benziyor.[11]

Kravatlı beyaz adamlar füze boyutlarını tartışıyor

Feministler genel olarak silahlanma yarışının önemli bir veçhesinin fallik tapınma olduğunu önermişlerdir, yani “füzeye imrenme” nükleer yarışta kayda değer bir motive edici güçtür.[12] Ben her zaman bunun rahatsız edici boyutta indirgemeci bir açıklama olduğunu düşünmüştüm ve Merkez’deki araştırmamım daha karmaşık bir analiz getirebileceğini umut etmiştim. Ama yine de, savunma profesyonellerinin söyleminde ne ölçüde bir cinsel alt metin bulacağım konusunda merak içindeydim. Bulduklarım karşısında hazırlıklı değildim.
           Sanırım kendimi safça ölümün evinde bir feminist ajan olarak hayal ettim – sinsice dolaşıp erkeklerin gardlarının düşük olduğu anlarda neler dediğine kulak kabartacaktım, tüm inceliğimi ve kurnazlığımı kullanarak nasıl konuştukları ve düşündüklerinin altındaki cinsel imgelemi ortaya çıkaracaktım. Bu erkeklerin, en azından, feminist eleştiriden toplum içinde haberdar görüneceğine safça inanmıştım.  Eğer dillerini değiştirmemişlerse de, en azından bir noktada “yarma taarruzu yardımcıları” hakkındaki uzun bir konuşma sırasında, birileri bir yerden bakıp, feminist “Burada neler oluyor –What’s Going on Here –” analizlerini apaçık onaylarken yakalanmaktan biraz olsa utanırlar diye düşünmüştüm.[13]
           Tabi ki yanılgı içersindeydim. Herhangi bir feminist eleştirinin bu adamların bırakın kafalarına, kulaklarına dahi iliştiğine dair hiçbir kanıt yoktu. Amerikan ordusunun nükleer silahlara bağımlığı “karşı konulamaz” olarak açıklanıyordu çünkü “her kuruş daha fazla vuruş (Ç.N. İngilizce; more bang for the buck)” idi. Başka bir konuşmacı sakince ve bilimsel bir edayla “silahsızlanmak tüm aletlerinizden kurtulmaktır” diye ilan ediyordu. (Bu, o halde, nükleer silahsızlanma hakkında cidden konuşmayı gayet kaçınılır olarak görebildiklerini açıklıyor, aptallık olarak gördüklerinden bahsetmiyorum bile. Eğer silahsızlanma emaskülasyon (Ç.N. erkeklikten arınma) ise, bunu gerçek bir erkek nasıl değerlendirebilir ki?) Bir profesör neden MX füzelerinin eski ve hedefi tutturma olasılığı daha düşük füzelerin yanı yerine, yeni Minuteman füzelerinin olduğu füze sığınaklarına yerleştirildiğini şöyle açıklıyor: “çünkü onlar en güzel delikteler – elinizdeki en güzel füzeyi alıp köhne bir deliğe koyamazsınız.” Diğer dersler de dikey kaldırıcı rampalar, itme kuvveti ile ağırlık orantısı, yumuşakça kızağa oturtma, derin penetrasyon ve uzatılmış ve gecikmeli saldırılar ile – Milli Güvenlik Konseyinden bir askeri danışmanın “mega tonajınızın yüzde 70 ila 80 kadarını tek bir orgazmik gümletmeme ile serbest bırakmak” olarak anlattığı – aniden saldırılarının (spazm saldırısı) karşılıklı üstünlükleri ile doluydu.[14] Füzelerimizi daha da sertleştirmemiz gerektiğine dair ciddi bir kaygı vardı ve “Ruslarınkinin bizimkilerden biraz daha sert olduğuyla yüzleşmemiz gerekiyordu.” Şüpheci bakışlar ben ve yaz programına da katılmış başka bir kadın olan müttefikim arasında gidip geliyordu, ama kimse dikkatini çekmiyor gibiydi.
           Eğer imgeler şeffafsa, önemi daha da azdır. Savunma uzmanlarının kendileri hakkında – gerçekten neden bahsettikleri ya da motivasyonları hakkında – bazı sonuçlara varmak cezp ediyor; ama bu cazibeye direnmeye değer. Bireysel motivasyonlar ille de doğrudan imgelemin içinden okunamaz; imgelemin kendisi bu tekil bireylerden değil daha geniş bir kültürel bağlamdan kaynaklanıyor.
           Cinsel imgelem uzun süredir, tabi ki, nükleer silahlar fizikçilerin gözlerindeki parıltı olmadan çok daha öncesinden beri savaş dünyasının bir parçasıdır. Atom bombası projesinin kendisinin tarihi rekabet halindeki eril cinselliğin aleni imgeleriyle doludur, aynı ilk nükleer fizikçilerin, strateji uzmanlarının ve hava strateji komutanlarının erken söyleminde olduğu gibi.[15] Hem ordunun kendisi, hem de silah üreticileri durmaksızın fallik imgelemi ve silahlarının uygun şekillerde önerdiği cinsel tahakküm taahhüdünü kendi çıkarları için kullanıyor. Savunma uzmanlarının araştırma kaynaklarından bazılarını oluşturan yayınlara hızlı bir bakış imgelemin derinliğini ve yaygınlığını belirgin kılacaktır.
           Air Force Magazine (Ç.N. Hava Kuvvetleri Dergisi) reklamlarındaki yeni silahlar, örneğin, erkeklerin cinsel kaygıları ve fantezilerinin bir katalogu olan Playboy dergisine rakip duruyor. Aşağıdakine bir göz atın, 1985 Haziran sayısından: AV-8B Harrier II model uçak için verilen iki sayfalık reklamda süslenmiş kalın punto harflerle şu yazıyor – “Tatlı dille konuşun ve Büyük bir Sopa Taşıyın.” Metnin altında “itme kuvveti ile ağırlık orantısı fevkalade” ve “yönetmeli itme kapasitesi . . . eşsiz seri tepkiyi mümkün kılıyor.” Sonra, mesajı almamış olmamız olasılığına karşı, son satırlar bize “Teddy Roosevelt’in ta 1901’de aklındaki Büyük Sopanın tam da aynısı” olduğunu hatırlatıyor. [16]
           BKEP (BLU-106/B) füzesi reklamında şöyle yazıyor:
           Bazı Sorunları Çözmenin Tek Yöntemi Daha Derine Girmektir.
       BOMBA, KİNETİK ENERJİ
       PENETRATÖR
“Taktik hava komutanına, düşmanın hava operasyonlarını engellemek ya da önemli oranda geciktirmek için etkin güç sağlar.” “Yarma dinamikleri optimize edilerek ve tasarlanmış en etkili savaş başlıklarını kullanarak uçak pistlerinde azami boyutta çukur açabilmesi için dizayn edildi.”[17]

(“Çukur açma” (Ç.N. ya da krater oyma) eylemindeki sembolizm biraz zorlama duruyor, bunu ilk görenin ben olmadığını belirtmeliyim. Fransızlar, Güney Pasifikte bulunan Mururoa Resiflerini nükleer testleri için kullanıyor ve toprakta açtıkları her kratere bir kadın ismi veriyor.)

            Fallik imgelemin gerçekten inanılmaz başka bir kaynağı nükleer patlamalarının betimlemelerinin kendisinde bulunulabilir. Burada, örneğin, bomba anına şahit olması üzere Hava Kuvvetleri tarafından Nagasaki’ye getirilen gazeteci William Laurence tarafından bir betimleme var. “Sonra, tam da o şey durağanlaşmış gibi gözükürken, dev mantarın tepesinde başlayan patlamalar, mantarın şaftını toplamda 13000 metre kadar arttırdı. Mantarın başı, şaftından daha da canlıydı, krema köpüğünün beyaz öfkesi içinde fokurdayıp kaynıyordu, yukarı doğru cızırdayıp ve sonra toprağa doğru iniyordu, sanki binlerce gayzer yekpare vücut olmuştu. Dizginlenemeyen bir hışımla mücadele ediyordu, sanki onu tutan prangalardan boşanmış bir yaratık gibiydi.”[18]
            Savunma uzmanlarının kendilerinin çok fazla cinsel imgelem kullanmaları, yaşam evrenlerini bu imgelerin kapladığı derece karşısında, çok da şaşırtıcı gelmiyor. Bu ne de, kendi içinde, bir motivasyonun olduğunu itham edebileceğimiz zemini oluşturmuyor. Benim için, ilginç olan mesele imgelemin psikodinamik kökenlerinden daha çok, bu imgelemin nasıl işlediğidir. Stratejik planlamacıların ve diğer savunma uzmanlarının bu ölüme ait işlerini yapmalarını mümkün kılınmasına nasıl hizmet ediyor? Kabul edilebilir hissedilen bir iş dünyasının inşasında nasıl bir işlev görüyor? Birkaç hikâye karmaşıklığı örnekliyor.
            Yaz programı sırasında, içimizden bir grup, nükleer denizaltıların bağlı olduğu ve General Dynamics Electric Boat şirketinin yeni Trident denizaltısını inşa ettiği tersanenin olduğu New London Donanma üssünü ziyaret ettik. Gezinin bir noktasında nükleer enerjiyle çalışan denizaltının içinde bir tur yaptık. Denizaltının torpidolarının tutulduğu kısma geldiğimizde, bize eşlik eden subay sırıtarak bizden ellerimizi delikten içeri sokup “füzeyi okşamak” isteyip istemediğimizi sordu. Füzeyi okşamak?
            İmge bir sonraki hafta yeniden belirdi, bir konuşmacı Batı Avrupa’ya Kruz ve Pershing II füzelerinin yerleştirilmesinin tek gerçek nedeni “böylece müttefiklerimiz onları okşayabilmesi” olarak küçümseyici bir edayla açıkladı. Birkaç ay sonra, aramızdan başka bir grup Kuzey Amerika Hava Savunma Komutanlığı’nda (NORAD) brifing almaya gitti. Dönüşte, uçağımız Nebraska eyaletinde Omaha’ya yakın Stratejik Hava Komuta Karargâhı olan Offut Hava Kuvvetleri Üssüne yakıt almak için indi. Yeni B1 bombardıman uçaklarının bölgede olmasından dolayı yere inişimizin gecikeceği haberi yolculara ulaştığında, uçak hissedilir bir heyecanla doldu. İniş için beklerken uçağımız gökyüzünde daireler çizdiği sırada, insanlar uçağın pencerelerine boyunlarını uzatıp B1 bombardıman uçağının semalarda bir anlık görüntüsünü yakalamaya çalışıyorlardı. İnsanlar biz piste dokunduğumuz anda B1 bombardıman uçağının yanımızdan fırlayarak uçtuğunu gördüklerinde doruk noktasına ulaşmışlardı. Daha sonra, Merkez’e geri döndüğümde bizimle geziye gelememiş bir adamla karşılaştığımda bana kıskanırcasına “duyduğuma göre bir B1 okşamışsınız” dedi.
             Nedir tüm bu “okşamalar”? Erkekler bu ileri teknoloji fallusları “okşarken” ne yapıyorlar? Okşamak samimiyetin, cinsel sahiplenmenin, şefkatli bir hakim olmanın ifadesidir. “Füze okşamanın” heyecanı ve zevki tüm o fallik güce yakın olmaktır, dolaylı olarak bu gücü kendininmiş gibi benimse olasılığıdır.
            Dilin de önerdiği gibi fallik nesneleri okşamayı tercih etmek bir çeşit homoerotik tahrik olmayı belirtiyorsa da mevzunun başka bir yanı daha var. Çünkü okşamak sadece bir cinsel yakınlık eylemi değildir. Aynı zamanda bebekler, küçük çocuklar ya da evcil köpek de okşanır. Kişi küçük, sevimli ve zararsız olanı okşar – dehşet verici şekilde yok edici bir şeyi değil. Okşarsın onu ve ölümcüllüğü kaybolur.
            Duyduğum birçok cinsel imgelem, “füze okşamak” örneğinde görüldüğü gibi bir çeşit muğlâklık ile doluydu. İmgelem, maskülen cinsellik ve silahlanma yarışı arasındaki bağlantıların ölümcül derecede ciddi görüntüsü olarak kurgulanabilir. Aynı zamanda, militarist çabaların ciddiyetini asgariye indirmenin ve bu çabaların ölümcül sonuçlarını inkâr etmenin yolu olarak da duyulabilir. Eski bir Pentagon hedef analisti, bana neden “sınırlı nükleer savaş” planlarının saçma olduğunu düşündüğü anlattığında şöyle dedi, “Bak, bunun bir sidik yarışı olduğunu anlaman gerekiyor – ellerindeki her şeyi kullanacaklarını beklemelisin.” Peki, bu imge ne diyor? Çok bariz şekilde, bunun erkekliğe dair bir rekabetten ibaret olduğunu ve bu yüzden çok büyük bir tehlike içerdiğini. Ama aynı zamanda, imge bunu erkek çocuklarına özgün bir yaramazlıkmış gibi sunarak, rekabeti ve onun sonuçlarını küçültüyor. 

Babalar, oğullar ve bakireler

Nükleer söylem içinde “bekâret” de sıkça, dikkat çekici şekillerde zuhur ediyordu. Yaz programında, bir profesör Hindistan’ın nükleer bomba patlatmasından “bekaretini kaybetmek” olarak bahsetti; Birleşik Devletlerin nasıl tepki vermesi gerektiği sorusu ise “onu (kadını) elden çıkarmalı mıyız” ekseninde soruldu. Bu metaforun kullanımı karmaşık. Nükleer dünyaya adım atmak çiçeğinin koparılmasının, kişinin masumiyetini kaybetmesinin, günahın öğrenilmesinin iç içe bir bütün olarak geçmesini içeriyor. Her ne kadar erkeksi ABD bir bakir değil ve de bundan gurur duyuyorsa, çifte standart bir kadının bekâretini kaybettiğinde bir erkek için hala değere sahip olup olmadığı sorusuyla başını uzatıyor.
            Yeni Zelanda’nın nükleer silah taşıyan ya da nükleer enerji ile çalışan savaş gemilerinin limanlarına girmesine izin vermesini ret etmesini de bekâret üzerine benzer yansımalar oluşturdu. Emekli Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri Generali Ross Milton tarafından Air Force Magazine dergisinde kaleme alınan “Nükleer Bekâret” başlıklı hiddetli köşe yazısı iyi bir örnek sağlıyor. Yazının tonu sevişme talebi ret edilmiş bir erkeğinki gibiydi. Saf ve nükleer silahlardan masum kalmak isteyen kadının tepkilerini hor görüyor; kadının ahlaki direnci acayip ve saçma bir gericilik. Ama aşağılanmanın ötesinde, aynı zamanda da hakarete de uğramış hissediyor – ne de olsa, bu bizim parasını ödemiş olduğumuz bir kadın ve hala da yola gelmiyor. Tüm ürünlerimizi ve hizmetlerimizi geri çekmemizi öneriyor – ve sonra iffetine daha ne kadar süre sarılabileceğini görürüz.[19] Ataerkil pazarlık daha fazla açık şekilde ortaya konulamazdı. 
            Öğretim görevlilerden biri yaz programının başlarında caydırıcılık üzerine bir ders verirken ataerkil iktidara dair başka çarpıcı bir metafor daha geldi. Bize askeri strateji dünyasının dışından somut bir örnek vermek için, televizyon izleme alışkanlığını tasvip etmediğiniz on yedi yaşında bir oğlunun olduğunu bir durum anlattı. Bu durumla, eğer bir daha televizyonu açarsa oğlunu kolunu kırmakla tehdit edeceğini söyleyerek baş ediyor. “İşte caydırıcılık budur!” diyerek muzaffer bir edayla bitirdi.
            Bu benzetmede en çarpıcı olan şey ilk bakışta çok münasebetsiz durmasıdır. Her şeye rağmen, nükleer caydırıcılığın öyle ya da böyle aynı güçte iki ülke arasında, ülkelerden birinin ötekisine fazla derecede bir zarar vermesinden, mütekabil bir zararla karşılık verebileceği tehdidi sayesinde caydırdığı bir ilişki olduğuna inanmamız öğretildi. Ama bu durumda, eşler eşit seviyede değil ve daha güçlü olan üstün konumunu kendini ya da başkalarını ağır hasardan korumak için değil de ötekini mecbur etmek için kullanıyor.
            Ama eğer bize caydırıcılığı görmemizin öğretildiği şekliyle bu benzetme sorunlu bir tanımlaması ise, en azından ABD’nin nükleer caydırıcılığının retorik ya da beyanat politikasından daha çok fiili olduğu hakkında oldukça izah edicidir. Bunun ima ettiği şey caydırıcılığın etrafını saran – amansız bir düşmanla karşı karşıya olduğumuz ve kendimizi savunma çabasında nükleer silahlar stokladığımız fikrine dayanan – savunma retoriğinin aldatıcılığıdır. Bunun yerine, kendi iradesini tatbik etmesini ve kendi amaçlarına ulaşmak için orantısız güç kullanımıyla tehdit etmeye hazır olması dürtüsünü görüyoruz. Burada rekabet halinde ama meşru ihtiyaçlarının tanınmasına dair bir soru yok ortada, müzakere etmeye, tartışmaya ya da taviz vermeye gerek yok ve en önemlisi baba büyük sopayı taşıdığı için zaten o tanınmaya ya da tanıma arzusuna hele hiç ihtiyaç yok.[20]
            ABD  uluslar arası siyasete dair tartışmalarda sıkça “baba” olarak belirdi, bazen zora başvuran, bazen koruyucu, ama her zaman en iyi bilen şekilde. ABD, NATO bünyesindeki müttefiklerimiz, ya da SSCB dışında herhangi bir şekilde bahsedildiği tek sefer nükleer silahsızlanma üzerine verilen dersteydi. Genç ülkelerin sadece ne kendileri için iyi olanı bilmeleri konusunda güvenilebilir olduğu, ne de tam anlamında sorumluluk sahibi olduklarına, bu yüzden ellerinde nükleer silahların olması bizim elimizde olmasından çok daha fazla tehlikeli olduğuna dair noktaya değinildi.

Evcilleştirmenin Saadeti
Sterile edilmiş soyutlama ile cinsel ve ataerkil imgelem, rahatsız edici olsa bile, nükleer savaş planlamanın erkeklerin tahakküm ettiği dünyasına kolayca oturmuş gibi duruyor. Tam oturmayan, ilk duyduğumda beni en çok şaşırtan ve kafamı karıştıran ise salt evcilleştirme olarak adlandırılabilecek imgeleri çağrıştıran metaforlardı.
            Nükleer füzeler “silolarda” saklanır. Yirmi dört tane çoklu nükleer füze başlığı taşıyan Trident denizaltısında, tayfa denizaltının silosunda sıralanmış ve ateşlenmeye hazır füzelerin bulunduğunu kısma “Noel ağacı çiftliği” diyorlar. Hangisi daha pastoral duruyor – çiftlik, silolar, Noel ağacı?
            Hepten dostane ve hatta romantik olan nükleer silahlar dünyasında, düşmanlar savaş başlıklarını “değiş-tokuş ediyor”, bir füze diğerini “temizliyor”; silah sistemleri “evleniyor” (entegre oluyor); uyarı ve tepki mekanizmaları arasındaki kablolardan ya da stratejik (kıtalar arası) ve hareket alanındaki (Avrupa-tabanlı) silahlar arasındaki psikopolitik bağlardan bazen “çiftleşme” tabiri kullanılarak bahsediliyor. MIRV füzelerinin nükleer başlıklarının düşerken havada sıralanış motifine “ayak izi” olarak biliniyor.[21] Bu nükleer bombalar “atılmıyor”; bir “otobüs” onları “taşıyor.” İlaveten, nükleer bombalar ne bomba olarak ve hatta ne de savaş başlığı olarak anılmıyor; bombalara çok daha ağırbaşlı ve mülayim bir terim olarak “geri getirebilir araç (Ç.N. İngilizce; reentry vehicles)” şeklinde değiniliyor. Bu da sonra daha da kısaltılarak tamamen soyut ve bombanın gerçekliğinden koparılmış bir terim olan “RV” oluyor ki bu terim de ideal bir aile tatilinde kullanılan Amerikan tipi karavan (Ç.N. RV, Amerikan tipi karavan anlamına gelen ‘recreational vehicle’ için de kullanılan bir kısaltma) imgesini çağrıştırıyor.
            Bu evcilleştirilmiş imgeler, basit bir uzaklaşma formundan çok daha fazlası olmalıdır, kelimelerin arkasındaki tüyler ürpertici gerçeklikten kendini koparmanın başka bir yoludur; sıradan soyutlama bu görevi görebilir. Başka bir şey, çok tuhaf bir şey burada vuku buluyor. Bombaların düşerken havada oluşturduğu motife “ayak izi” demek kasıtlı olarak bir çarpıtma yöntemi, hesap vermekten oyunbazlık ederek huysuzluk yaparak kaçmaktır – çünkü gerçekte hesap verebilmek bu işi yapamamaktır.
            Bu kelimeler aynı zamanda evcilleştirmeye, nükleer yıkımın vahşi ve kontrol edilemez güçlerini ehlileştirmeye de hizmet edebilir. Metaforlar en aza indirger, aklın kavrayabileceğinin ötesindeki bir fenomeni küçültmek ve emniyetli kılmak için bir yoldur ve böylece üstesinden gelinemeyenin üzerinde bir hâkimiyet elde etme yoludur. Yatağın altındaki ateş püskürten ejderha, ailenizi, şehrinizi, gezegeninizi küle çevirmekle tehdit eden bu şey, böylece okşayabileceğiniz bir evcil hayvana döner.
            Gündelik deneyimlerin dilini kullanmak, nükleer strateji camiasının yaptıkları konusunda teselli edici bir role hizmet etmeye de yarayabilir. Ateşlemeyi geciktirme düzeni, “PAL” (Ç.N. ‘permissive action links’ ibaresinin kısaltması PAL, İngilizce ahbap, dost anlamına gelir) itinayla ile oluşturulmuş, nükleer savaş başlıklarının izinsiz ateşlenmesini engellemek için tasarlanmış elektronik sistemi anlatmak için dostane bir kısaltmadır. Antibalistik füze sisteminin ilk sürümleri için oluşturulmuş kısaltma “BAMBI” (Ç.N. ‘Balistic Missile Boost Intercept’ sözlerinin kısaltılmış hali, balistik füze önleme füzesi anlamına gelir) idi. Başkan’ın yeni nükleer silahların üretimine dair kısa ve uzun vadeli planları içeren Yıllık Nükleer Silah Stok Beyannamesi, “alışveriş listesi” gibi tehlikesiz bir adla anılıyordu. Ulusal Komuta Makamları farklı hedefleme planları arasında seçim yaparken “seçenekler menüsüne” başvuruyordu. “Kurabiye bıçağı” belli bir nükleer saldırı modelini tanımlarken kullanılan deyimdi. Görünüşe göre Savunma Bakanlığında nötron bombasından bahsetmek için de kullanılıyor.[22]
            Cansız silahları insanlaştıran ve evcilleştiren imgelem, paradoksal olarak, canlı insan vücutlarını ve yaşamlarını önemsememeyi de olur kılıyor.[23] Belki de kişinin zamanını tahripkâr teknolojinin kullanımına dair senaryoları düşünmekle harcaması ve o teknolojik dünyada insan vücutlarının görünmez olması tam da mümkündür çünkü o dünyanın kendisi evcil, insani, sıcak ve oyunbazı artık içermektedir – Noel Ağaçları, RV’ler, sevecen okşamalar. Öyle bir dünya ki bir açıdan tamamen kendi içinde var olması mümkün; ölüm ve kaybı dahi içeriyor. “Kardeş katli” elinizdeki savaş başlıklarından bir tanesini başka bir savaş başlığını “öldürdüğünde” gerçekleşiyor. “Hassasiyet” ve “hayatta kalabilirlik” hakkında oldukça fazlaca tartışma var ama bu tartışmalar insanların değil, silah sistemlerinin hassasiyeti ve hayat kalması hakkında.

Erkeğin doğurması ve yaratması
Ayrıca ilgi gösterilmesi gereken bir takım evcil imge daha var – bu imgeler erkeğin, kadının yaşam verme kudretine el koymasını ve yaratma ile yok etmeyi birleştirme arzusunun olduğunu ortaya atıyor. Atom bombası projesinde erkeğin doğurmasına dair imgeler bolluğu var.[24] 1942 yılının Aralık ayında Ernest Lawrence Chicago’daki fizikçilere çektiği telgrafta şöyle yazıyor, “Tebrikler yeni ebeveynler. Yeni doğanı görmek için sabırsızlanıyorum.”[25] Los Alamos’da atom bombasından “Oppenheimer’in bebeği” olarak bahsediliyordu., Los Alamos’da çalışan bir fizikçi olan Richard Feynman, karısının ölümünden sonra geçici izin aldığı sırada, “Bebek şu gün şu tarihte bekleniyor” diye telgraf aldığını yazıyor.[26] Lawrence Livermore’da ise hidrojen bombasına “Teller’in bebeği” deniliyordu, her ne kadar Edward Teller’in katkısını alçaltmak isteyenler, Teller’in bombanın babası değil, annesi olduğunu iddia ediyordu. Asıl babanın Stanislaw Ulam olduğunu öne sürüyorlardı; çok mühim fikrin sahibi oydu ve Teller’e tohumu o dikmişti. Teller sadece bundan sonra “tohumu taşımıştı.”[27]
            Colorado Springs’deki, ABD Uzay Komuta Üssüne yaptığım ziyaretten sonra öğrendim ki, kırk yıl sonra da, erkeğin doğurması fikri ve anneliğin küçümsenmesinin ona eşlik etmesi – yaratma sürecinde kadının rolünün ret edilmesi ve “anneliğin” sadece bakım sağlamaya indirgenmesi (görünüşe göre Teller’in yumurtayı değil sadece rahmi sağlaması yetiyor) – bütünüyle nükleer zihniyetin içine geçmiş gözüküyor. Katıldığım brifinglerden biri yeni bir uydu sistemi hakkında bir tartışma içeriyordu, henüz daha “devrede” olmayan MILSTAR uydu sistemleri konuşuluyordu.[28] Brifingi veren subay, uydunun teknik kapasitesi hakkında hararetli bir sunum yaptı ve sonra da yeni Birleşik Uzay Komutanlığının bu sistemdeki rolü hakkında izahat getirdi. Ağırbaşlılıkla “Biz annelik rolünü – telemetre, takip ve kontrolü – yani bakım görevini yerine getireceğiz.”
            Erkeğin doğurması imgeleminin ışığında, Hiroşima ve Nagazaki’de taş üstünde taş bırakmayan bombalara verilen olağanüstü isimler – “Oğlan Çocuğu” ve “Şişman Adam” – nihayet anlaşılıyor oluyor.  Bu en üst düzey yok ediciler atom bilimcilerinin evlatlarıydı – ve öyle salt bir evlat değillerdi, kesin olarak erkek evlatlardı. Erken denemelerde, bombaların işe yarayacağından emin olmalarından önce, bilim adamları bebeğin kız – yani, bir fiyasko – değil, oğlan olmasını umduklarını söylerken endişelerini dile getiriyorlardı.[29]           General Grove tarafından Potsdam konferansında bulunan Savaş Bakanı Henry Stimson’a çekilen muzaffer telgrafta bakanı ilk atom bombası testinin başarıyla sonuçlandığını bildiriyordu, şifreli olarak “Doktor çok heyecanlı bir şekilde az önce döndü ve küçük oğlanın en az abisi kadar gürbüz olduğundan emin. Gözünün içindeki ışık, buradan Highhold’a kadar görülebiliyor ve çığlıklarını çiftliğimden duyabiliyordum.”[30] Stimson, durum karşında, Churchill’i “bebekler tatmin edici şekilde doğdu” yazılı bir notla bilgilendirdi.[31] 1952 yılında, Teller’in Los Alamos’a çektiği çoşkulu telgrafta hidrojen bombası testinin muvaffak olduğunu haber veriyordu. Marshall Adalarındaki Eniwetok Resiflerinde hidrojen bombası “Mike”, bir “oğlan” olarak sonuçlanmıştı.[32] Nükleer bilimciler, kadın olan Doğa üzerinde şiddetli tahakkümü kurabilecek nihai güce sahip olan oğlan evladı doğurmuşlardı. Savunma uzmanlarının projesi ise bilim adamlarının yarattığı kuvveti kontrol etmek için soyut formülleri yaratmaktı – ve bu sebeple de dünyayı yaratan/yok eden güce katılmaktı.   
            Atom bombası projesinin tüm tarihi, aslında, erkeğin doğayı yok etmeye muktedir büyüklükteki gücünün yaratma gücüne nüfuz etmesi gibi gözüküyor – imgelem erkeğin yok ediciliğini alt üst ediyor ve bunun yerine yeni bir yaşam ve yeni bir dünya yaratma gücünü koyuyor. Erkeğin yok edişini onun yeniden doğuşuna çeviriyor.
            William L. Laurence ilk atom bombası denemesi Trinity’e şahit oldu ve şunu yazdı, “Büyük patlama ilk muazzam ışık huzmesinden yüz saniye sonra geldi – yeni doğan dünyanın ilk ağlama sesi…  Yeni bir gücün doğumunu sembolize eden kökleri topraktan gelen erkekler yerden sıçrayıp alkışladılar.”[33] “Şişman Adamın” Nagazaki’ye atılmadan bir gün önce monte edilmesini ise “ete kemiğe bürünmek” olarak tasvir ediyordu.[34] Yıllar sonra, 1968-1972 yıllardan Stratejik Hava Kuvvetleri Komutanlığı yapan General Bruce K. Holloway, nükleer savaşı “evrenin başlangıcındaki gibi büyük bir patlamaya” sahne oluyormuş gibi tasvir ediyordu.[35]

Tanrı ve nükleer ruhban sınıfı
Dilin, en muazzam yaratıcı gücü içine almaya teşebbüs etme olasılığını göstermesi, akait – dinsel imgelem – ve nükleer silahlar dilinin başka çarpıcı bir veçhesinde de aşikârdır. Ödün vermez realizm ve hiperrasyonalitenin alt kültürü içinde, üstünlüğünün bir belirtisi olarak tüm rasyonel olmayan öğelerden arındırma konusunda sürekli teyakkuzda olunduğu iddia edilen bir dünya içinde, ve sanki bir laboratuarı steril olmadığı için risk taşıyan elemanlardan arındırır gibi, insanların kendi söylemlerinden mümkün her türlü yumuşak duygusallık izini dikkatle kesip attığı bir yerde, kişinin en son bekleyeceği şey dinsel imgelemle karşılaşmak olacaktır – hele ki bilimin karşıtlık içinde olduğu olarak tanımlanan iktidarın imgelemi ile. Kesin olarak, bilimin kimliğinin, dinin kısıtlamalarından ayrılması ve bu kısıtlamalardan özgürleşmek için mücadele etmesiyle oluştuğunu ele alırsak, kadından, öznelden, duygusaldan daha da bilim dışı olacak tek şey din olurdu. Ve hatta, dinsel imgelem nükleer geçmişe ve şimdiki zamana da nüfuz ediyor. İlk atom bombasının adı Trinity (Teslis) idi – Yaradılışın erkek güçleri olan Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un birliği. Atom bombası üzerinde çalışan ve denemeye şahit olan fizikçilerin dilinde bu imgelem yankılanıyordu: “Sanki yaradılışın ilk gününde duruyormuş gibiydik.” Robert Oppenheimer ise Krishna’nın Bhagavad Gita’da Arjuna’ya ettiği lafları düşünmüş: “Ben Ölüm oldum, Dünyaların Sonunu Getiren.”[36]
            Belki de en hayret verici olgu stratejik doktrinin yaratıcılarının hakikaten camianın fertlerinden “nükleer ruhban sınıfı” olarak bahsetmesidir. Bu olgu hakkında neyin en olağandışı olduğu konusunda karar vermek zor: ruhban sınıfının erdemlerine ve doğa üstü güçlerine kadir oldukları iddiasının bayağı küstahlığı mı; gerçeğin gözü kara, inatçı, objektif ve ampirizm odaklı betimleyicileri olduklarını belirtmekten daha çok bu dogmanın asıl yaratıcıları olduklarının zımni (hiçbir zaman doğrudan söylenmeyen) ikrarı mı; yoksa kimin, daha ziyade neyin, tanrı olduğu hakkındaki olağanüstü üstü kapalı ifade mi. Eğer bu yeni ruhban sınıfı statüsünü nükleer silahlardan esinlenen bilgiden elde ediyorsa, “Tanrı bizim aziz sığınağımızdır”(Ç.N. bir Hıristiyan ilahisi) ifadesi tamamen yeni bir anlam kazanıyor.

Sahne 2: Dili konuşmayı öğrenmek

Savunma uzmanlarının dilini karakterize eden kuru soyutlamanın ve mantık dışı imgelemin karışımı karşısında ürkmüş olsam da, dikkatimi ve enerjimi hızlıca bu dili deşifre etmeye ve konuşmaya odakladım. İlk vazife kısaltmaların telaffuzu için dili eğitmekti.
            Nükleer silahlar ve strateji literatürünü okumaya birkaç senemi vermek beni ne kısaltmaların diyalogları kirlettiği dereceye ne de bu kısaltmaların kullanıldığı şekle hazırlamamıştı. Önceden, esasen kısaltmaların faydacı olduğunu düşünüyordum. Hızlı yazmanızı ve konuşmanıza olanak sağlıyor. Kelimelerin arkasındaki gerçeklikten sizi koparan bir soyutlama formu görevini üstleniyor. İletişimi sırlara vakıf kimselerin arasında sınırlıyor, tüm diğerlerini tartışmayı anlayamaz ve tartışmaya dair ifadesiz bırakıyor.
            Ama Merkez’de olmak, savunma analistlerinin kısaltmalarını kullanmalarını duymak ve sonra gruptaki ben ve diğerlerinin kendi konuşmalarımızda kısaltmaları savurmaya başlamamız beklenmedik, ekstra boyutlar ortaya serdi.
            İlkin, konuşmada ve işitmede, bu terimlerin birçoğu çok seksi olabilir. “Sovyet hava savunmasını delmek için tasarlanan” küçük süpersonik bir rokete SRAM (kısa menzilli taarruz füzesi, short-range attack missile) adı veriliyor. Denizaltından fırlatılan kruz füzelerine ise SLCM değil de “Slik’em” (Ç.N. düzle onları) deniyor. Yerden fırlatılan kruz füzeleri ise “Glik’em” (Ç.N. belli bir manası yok, yazar fiyakalı bir tonu olduğuna vurgu yapmak istiyor). Havadan fırlatılan füzelere (ALCM) seksi değil ama büyülü adıyla –“alkem” (Ç.N. simya sözcüğünü çağrıştırıyor) ise temel metalleri altına çevirme hayaliyle dolu.
            Denizaltılara muhaberat sağlayan uçaklardan bahsetmek için kullanılan kısaltma TAC AMO, “idareyi al ve terk et” (Ç.N. İngilizce; take charge and move out) yerine geçiyor. İmge, “akıllı silahların” yeni kılavuz sistemlerine verilen takma adlarla –“vur kaç” ya da “ateşle ve unut” ile yakından alakadar gözüküyor.
            Diğer kısaltmalar başka şekillerde işliyor. Başkan’ın, muhtemel nükleer felaketin üzerinde uçarken istihbarat alacağı ve gelecek bombalamalar için emirler vereceği uçağa “diz kapağı” (kneecap) deniliyor (NEACP – “National Emergency Airborne Command Post” ifadesinin kısaltması, Ç.N. Türkçe Ulusal Acil Durum Kumandası Hava Devriyesi anlamına geliyor, NEACP kısaltması İngilizce diz kapağı anlamına gelen “kneecap” kelimesinin telaffuzuna benzemektedir). Uçağa “dizkapağı” demekteki alayın sınırı, uçaktan konuşulurken ima edilen alayın sınırına ayna tutuyor. Çok azı Başkan’ın uçağa binebilecek vakti olacağına, ya da Başkan uçaktayken muhaberat sistemlerinin çalışacağına inanıyor ve bazıları da hatta uygun durumda olsa bile Başkan’ın genişlemiş bir nükleer savaşı dizkapağından komuta etmesinin, elverişli olsa bile, kullanışlılığını sorgulayacak kadar ileri gidiyor. (Etik meselelere gönderme yapıldığını hiç duymadım.) Ama bana göre konu hakkında alayın sınırlarında konuşmak tam olarak konuya dair konuşulmasına ve hatta konunun ciddi olarak tartışılmasına izin veriyor. Tam da bir kavramı alaya alabilme hüneri, kavramı doğrudan ret etmektense üzerinde çalışmayı mümkün kılıyor.
            Başka bir deyişle, bu programda nükleer silahlardan konuşmanın eğlenceli olduğunu öğrendim. Sözcükleri söylemek keyifli; kelimeler renkli, seksi ve şık. Kelimeleri taramalı tüfek gibi etrafa saçabilirsin. Hızlılar, temizler, hafifler: ağzınızdan dökülüyorlar. Saniyeler içinde düzinelercesini sıralayabilirsiniz, birinin bir sonrakine müdahale edebileceğini düşünmeden, sözcüklerin altındaki yaşamlardan bahsetmiyorum bile.
            Sadece sapkınca tecrübe edilen bir fenomeni betimlemiyorum, her ne kadar fenomenin kendisi hakikaten sapkın olsa da. Gözlemlediğim hemen hemen herkes kelimeleri kullanmaktan zevk alıyordu. Konuşmacı ya da öğrenci, şahin ya da güvercin, erkek ya da kadın olmamızın çok az önemi vardı – hepimiz dili öğrendik ve konuşuyorduk. Bazılarımız kendinden bilinçli olarak kinayeli bir sınırda konuşmuş olabilir ama gene de keyif oradaydı.
            Çekiciliğin bir yönü de gizemli bir dili manipüle edebilmenin, gizli krallığa girebilme gücünün, malum biri olabilmenin heyecanıydı. Nükleer silahlar hakkında öğrenmenin önemli bir kısmı parlamaktır. Az kişi bilir ve dili bilenler muktedirler. Bu sözcükleri kullanarak uzmanlarla dirsek teması yaratabilirsiniz, hatta kendiniz bile onlardan bir tanesi olabilirsiniz.
            Bu hissiyat, tabi ki, salt dilden gelmiyor. Yaz programının kurgusunun tamamı, örneğin, beyaz erkeklerin sahip olduğu ayrıcalıkların faydası ve gücünün albenisini aktarıyordu. Lüks yerlerde kalıyorduk, her gün genç siyah bir kadının gelip temizlemesinin ardından tamamlanıyordu; cömert fonlar sadece ulaşım ve yemeği karşılamıyordu üstüne yüksek meblağda bir katılma payı da veriyordu; müsrifçe döşenmiş sınıflarda ve salonlarda toplantı yapıyorduk. “Geçici İmtiyaz Kardı” ile mükemmel spor tesislerine girmek mümkündü ki bana göre bu deneyim özünü özetliyor görünüyor. Belki de aralarındaki en önemlisi ise konuşmacıların “ben John’a [Kennedy] ne demiştim” ve “ve sonra Henry [Kissinger] dedi ki” göndermeleri ya da önemli bir siyasal figürün yanına öğlen yemeğinde oturup Washington dedikoduları dinlememizdi.
            Dili öğrenmenin daha ince, belki de daha önemli, unsuru dili konuştuğunuzda kontrolü elinizde hissetmenizdir. Kelimeleri kullanmakta ustalaşma deneyimi materyalle olan ilişkinizle kaynaşıyor. Sözcükleri manipüle etmekte o kadar iyi oluyorsunuz ki sanki tüm şey kontrol altındaymış gibi hissettiriyor. Dili öğrenmek benim bilişsel ustalaşma dediğim hissi veriyor; nihai olarak kontrol edilemez – ama bunun yerine insan kavrayışının ötesinde, bir açıdan hayal gücünü esneten ve hatta dehşete düşürecek kadar kuvvetli – bir teknolojide ustalaşmanın hissiyatı.
            Bu dili ne kadar kullanarak muhabbetlere katıldıysam, nükleer savaştan o kadar daha az korkar hale geldim. Nasıl bir dili konuşmayı öğrenmenin böyle güçlü bir etkisi olabilir? Bir yanıt, bence, dili öğrenmenin sizi nükleer savaşın gerçekliğinden koparan sürecin kendisidir.
            İnsanların yabancı olarak sayılabilecek bir dil konuştuğu, eğer başkalarıyla iletişim kurabileceksem öğrenmek zorunda olduğum bir dilin olduğu bir dünyaya girdim. Bu yüzden dil meselesiyle angaje oldum – kısaltmaları deşifre etmek ve hangi fiillerin kullanımının uygun düştüğünü kavramak. Benim odak noktam bulmacaları çözmek ve dilde yeterlilik sağlamaktı – kelimelerin ardındaki silahlar ve savaşlara dair yetkin olmak değil. Her ne kadar ilgim nükleer savaş ve savaşın önlenmesi hakkında düşünmek olsa da, enerjim başka yerdeydi.
            İşi kotardığımda, dehşet verici konuları imleyen bir grup soyut kelimeden çok daha fazlasını öğrenmiştim, Nükleerce (Ç.N. İngilizce; nukespeak) dilinin tanımlamaları ve standart İngilizcenin temaları aynı gözükse bile, aslında, tamamen farklı fenomenler hakkındalar. Her birinde nükleer saldırının akıbetine dair temaları işleyen aşağıdaki tasvirleri bir değerlendirin:

Her şey siyahtı, kara tozların içinde kaybolmuştu, yok edilmişti. Sadece yükselmekte olan alevlerin rengi vardı. Sise benzeyen tozun içinde şekiller seçilmeye başlamıştı, siyah, saçsız ve yüzü olmayan. Bundan böyle insana ait olmayan çığlıklar atıyorlardı. Enkazın her tarafından yükselen inlemeleri bu çığlıklar boğuyordu, o inlemeler ki yeryüzünün kendisinden çıkıyormuş gibi duruyordu.[37]

Sistemlere kaba bir kuvvetin çarptığı, elektromanyetik kesintiyi getiren, frekansları ağır şekilde bozan ve benzeri etkileri olan bir ortamdır nükleer savaş, [bu ortamda iletişim sağlamanın yollarına sahip olmalısınız.][38]

İlki ile ikincinin dilinde temsil edilen fenomeni betimlemenin yolu yok. Savunma analistlerinin dilini konuşmayı öğrenmek nükleer silahların gerçek canlı insanlar üzerindeki etkilerini yok saymak için bilinçli, soğukkanlı bir tercih değildir, insan etkisini, duyusal ve duygusal deneyimi göz ardı etmek değildir. Basitçe yeni bir dil öğrenmektir, öğrenme sürecini tamamladığınızda, artık hakkında konuştuğunuz içerik ile konuştuğunuz perspektif çokça farklılaşmıştır.
Yukarıdaki örneklerde, “nükleer savaş ortamının” iki tasvirindeki farklılık, sözcüklerin kendisinin tonlarındaki farklılıktan doğuyor – ilk tasvirdeki kelimeler yoğun şekilde dolaysız ve çağrışım tabanlı, ikinci tasvirdekiler ise soyut ve uzaklaştırıcı. Pasajlar aynı zamanda içerik olarak farklılaşıyor; ilki nükleer patlamanın insanlar üzerindeki etkisini tasvir ediyor, ikincisi ise nükleer silahlara “komuta edecek ve silahları kontrol edecek” sistemler üzerinde nükleer patlamanın etkisini betimliyor. Bu farklılıkların ikisi bakış açısındaki farklılıktan kaynaklanıyor olabilir: ilk pasajdaki konuşmacı nükleer silahların kurbanı, ikincisindeki ise nükleer silahların bir kullanıcısı. İlkindeki aktarıcı etrafındaki insani acının dehşetini adlandırmak ve kapsamak için kelimeleri kullanıyor; ikincisindeki ise bir sonraki nükleer saldırıyı başlatabilme olasılığını sürdürmek için sözcüklere başvuruyor. Teknostratejik dil nükleer silahları kullananların perspektifini ifade etmek için kullanabilir, kurbanlarınınkini değil.[39]
Böylece, uzmanların dilini konuşmak sadece uzaklaşma sunmuyor, kişinin enerjisi için alternatif bir odak, bir kontrol hissi; aynı zamanda – kişinin kendisini nükleer savaşın bir kurbanı olarak görmekten – bir kaçış sunuyor. Bunun bireysel bilinç seviyesinde olduğundan bahsetmiyorum; bir nükleer savaşın patlak vermesi durumunda savunma analistinin nükleer savaş kurbanı olmayacağına dair kendini bir şekilde ikna etmesi değildir. Fakat dili konuşanların kapladıkları yapısal konum ile bu konumdan ele ettikleri bakış açısı yönünden kast ediyorum. Yapısal olarak, teknostratejik dili konuşmak uzmanları kurban konumdan çıkarıp, planlayıcı, kullanıcı ve fail konumuna koyuyor. Bu konumdan, kişi kendini bir kurban olarak görmez ki zaten buna gerek de yoktur; kişi nükleer savaşın ihtimali hakkında ne kadar derin bilgiye sahip olsa da ya da bu ihtimale ne kadar derin inansa da ve nükleer savaş gerçekliğini bilmek ne derece dehşete ve umutsuzluğa esin olsa da, teknostratejik dil konuşanlarına lengüistik olarak nükleer silahların kurbanları değil de kullanıcıları olmaları tutumunun erdemi sayesinde bu farkındalıktan ve nükleer savaşı kurbanlarının konumundan görmekten konumsal olarak kaçmasına izin verir, ve hatta kaçmalarına mecbur eder.
Son olarak, dili yeni öğrenenlerin ve uzun süredir konuşan uzmanların ortak olarak tecrübe ettiği nükleer savaşa dair seyreltilmiş kaygının çoğunun dilin kendisinin mizacından geldiğini tahmin ediyorum: soyutlamanın sağladığı uzaklaşma; dilde uzmanlaşmanın yarattığı kontrol sahibi olma hissiyatı ve dilin içeriği ile alakasının nükleer silahların kurbanları yerine kullanıcılarına ait olması gerçeği. Dili öğrenerek, kişi edilgen ve zavallı bir kurban olmaktan nükleer tehdidin ve nükleer patlayıcı gücün yetkili, kurnaz, kudretli bir tedarikçisi olmaya geçiyor. Nükleer silah sistemlerinin aşırı yok edici etkileri şahsa tehditten çok, şahsın uzantıları haline geliyor.

Sahne 3: Diyalog
Nükleer savaş dilini ve içerdiği özelleşmiş bilginin birçoğunu öğrenmek çok zaman almadı. Odağım teknik bilgiye ve doktrinsel gizeme hâkim olmaktan çabukça dogmanın nasıl rasyonelleştirildiğine anlama çabasına kaydı. Örneğin, denizaltıları saptamanın neden çok zor olduğunu ve ya neden, Trident II denizaltısından önce, denizaltılara yerleştirilen balistik füzelerin neden karşı kuvvet silahı sayılmadığını çözmeğe çalışmaktansa, denizaltıların taktiksel dokunulmazlığı olduğu halde neden bir stratejik üçlüye “ihtiyacımız” olduğunu anlamak istiyordum artık. [40] ABD’nin askeri planlamalarını Sovyetlerin niyetinin ne olduğunu tartmak yerine Sovyetlerin askeri kapasitesine göre temellendirmenin neden mantıklı görüldüğünü de öğrenmek istiyordum. Bu standart pratiği özellikle sorunlu buluyordum. Askeri analistler Sovyetlerin niyetinin ne olduğunu tam olarak kestiremediğimiz için, askeri gücümüzü ve stratejimizi Sovyetlerin tüm silahlarını kullanacağını biliyormuş gibi planlamamız gerektiğini söylüyor. Bu ne kadar da ihtiyatlı faydalara sahipmiş gibi gözükse de, çok büyük bir soruna neden oluyor. Sovyetlerin sadece ne yapabileceğini sorduğumuzda, bunun aynı zamanda ne yapmaya niyetli olduklarını hızlıca varsaymamıza götürüyor. Planlarımızı “en kötü durum senaryosuna” göre şekillendiriyoruz ve sonra bu senaryoların gerçekleşmesini “önlemek” için büyük çapta kaynakların harcandığı bir dünyada yaşadığımıza inanmaya varıyoruz.
            Savunma planlamanın günlük işlerinin temelinde yatan rasyoneller nadiren tartışıldığı için, daha fazla sorular yöneltmeye başlamam gerekti. Önce, teknostratejik jargonda yeni kazandığım yeterliliği kullanmak kanıma girmiş olsa da, İngilizce konuşmaya yemin ettim. Uzman dilinin en önemli işlevlerinden birinin dışlama – profesyonel camianın dışında kalanların seslerini inkâr etme – olduğuna uzun süredir inanıyordum.[41] Bilgili bir kişinin hem İngilizce konuşup hem de akıllı bir diyalog yürütüp yürütemeyeceğini görmek istiyordum.   Uzman jargonu yerine İngilizce konuştuğum zaman keşfettiğim şey ise, sorularım ne kadar kapsamlı ve ya karmaşık olursa olsun, adamlar bana sanki cahil ve ya saf, ya da ikisiymiş gibi yanıtlar verdiğiydi. Kimse onların dillerini hakikaten konuşmamayı tercih ettiğimi fark etmemiş gibi gözükmüyordu.
            Küçük görülmekten ve baştan savılmaktan hiç haz etmemem İngilizce denemesini kısa ömürlü kıldı. Gündelik konuşmamı stratejik analiz kelime haznesine uydurdum. “Artan üstünlükten”, “önleyici saldırıdan” ve favorim olan “facia ertesi yükümlülüklerden” bahsettim. Doğru ifadeleri kullanmak, bana teknostratejik akıl yürütme ve bu akıl yürütmeyi manipüle etmek hakkında çok şey öğreten uzun ve detaylı tartışmalar yapma yolunu açtı.   
            Fakat bu söyleme müdahil olmakta ne kadar iyi dikiş tutturduysam, kendi fikirlerimi ve değerlerimi ifade etmenin o kadar imkânsız hale geldiğini buldum. Dile adapte olarak yeni kavramlar ve akıl yürütme stratejisi hazinesinden payımı alabiliyordum – ama dil bana daha önceden konuşamadığım yeni şeylere ulaşma imkânı verdikçe, aynı zamanda radikal olarak diğer şeyleri dışlıyordu. Dili, endişelerimi ifade etmek için kullanamıyordum çünkü fiziksel olarak namümkündü.  Bu dil bazı soruların sorulmasına ve ya bazı değerlerin ifade edilmesine izin vermiyor.
            Çıplak bir örnek vermek gerekirse: “barış” kelimesi bu söylemin bir parçası değil. Kişinin en fazla diyebileceği şey “stratejik denge” oluyor ki bu terim silah sistemlerinin sayılarının ve tiplerinin dengede olduğuna atıf yapıyor – “barış” sözcüğünün ima ettiği siyasi, sosyal, iktisadi ve psikolojik koşullara değil. Barışı belirten bir kelime söylem içinde olmadığı kadar, “barış” sözcüğünün kendisi kullanılamıyor. Barış demek, bir uzman, ciddiye alınacak bir profesyonel yerine, kişinin kendisine derhal yumuşak başlı aktivist damgası vurması anlamına geliyor.
            Bu dilde endişelerimi dile getiremiyor olmamdan daha rahatsız edici olan ise endişelerimi aklımda tutmakta da kendimi zorlanıyorken bulmamdı. Araştırmama nükleer savaşa dair soyut ve steril tartışmalar bekleyerek başlamıştım ve kendi kelimelerim yerine onlarınkini periler ülkesinin bitmez soyutlamalarına düşmemek için hep tetikte olarak koymaya kendimi hazırlamıştım. Ama ne kadar hazırlıklı olmuş olsam da, kendimi insan hayatlarını referans noktam olarak tutamaz, bu noktaya bağlı kalamaz olarak buldum. Küle dönüştürebileceği insanları bir saniye bile düşünmeden, nükleer silahlar hakkında günlerce konuşabileceğimi keşfettim.
            Bu problemi sözcüklerin kendisine ve dilin niteliklerine atfetmek insanı kışkırtıyor – soyutlamalar, örtük deyişler, steril, dost canlısı ve seksi kısaltmalar. Sonra tek yapmamız gereken kelimeleri değiştirip daha canlı kılmak; askeri planları yapanlara “tali zarar” yerine “kitle katliamı” dedirtince düşünme şekilleri değişecektir.
            Fakat sorun, savunma uzmanlarının hakkında konuştukları gerçeklikten kendilerini koparan soyut terminoloji kullanmaları değil. Konuştuklarına dair hiçbir gerçeklik yok. Ya da, bilakis, hakkında konuştukları “gerçekliğin” kendisi bir soyutlama dünyası. Caydırıcılık teorisi ve strateji doktrinin çoğu topluca, matematikçiler, ekonomistler ve birkaç siyaset bilimcisi tarafından icat edilmiştir. Soyutça olanı bir arada tutmak için icat edildi, geçerliliği iç mantığıyla değerlendiriliyordu. Gözlemlenebilir gerçekliğe tekabül edip etmediği soruları mesele değildi. Bu soyut sistemler “düşünülemez hakkında düşünmeyi” – mümkün kılmak için bir yol olarak geliştirildiler – sahadaki ilişkileri betimlemek ya da sistemleştirmek için bir yol olarak değil.[42]
Böylece “sınırlı nükleer savaş” fikrinin en büyük sorunu, örneğin, nükleer silahların herhangi bir kullanımından neticelenen ölüm ve acıya “sınırlı” diye tabir etmenin ya da “sınırlı nükleer savaşın” insanlık gerçekliğinden kopuk bir soyutlama olmasının grotesk olması değil, bunun yerine, “sınırlı nükleer savaşın” kendisinin soyut kavramsal bir sistem olarak bilgisayar modellemesi ile tasarlanmış, cisimlenmiş ve ulaşılmış olmasıdır. Varsayımcı, sakin ve rasyonel aktörlerin düşmanın hangi hedeflere karşı ne ölçüde nükleer silah kullandığını kesin olarak bilebilecekleri derece yeterli bilgiye sahip oldukları ve saldırıya verecekleri karşılığın kesinlikle dengeli olacağından emin olabilecekleri ölçüde yeterli komutaya ve kontrole sahip olacakları bir soyut dünyadır. Bu senaryoda, hiçbir saha komutanı savaşı kaybetmenin eşinde bile elindeki taktik “mini nükleerleri” kullanmaz; elektromanyetik basınç dolayısıyla hiçbir elektronik arıza yoktur, ya da komuta ve kontrol merkezlerine doğrudan saldırıların olmamıştır ya da insan hatalarının muhaberat ağlarını yok etmemiştir. Rasyonel aktörlerimiz saldırılmış olmanın duygusal tepkisinden bağımsız, halktan gelecek siyasal baskılardan hür, delilik ve çaresizlikten ya da insan eylemlerini ve karar verme sürecini düzenli olarak etkileyen sayısız diğer faktörlerden azadedir. Salt, megatonajın matematiksel diferansiyel ve entegral hesaplamalarıyla mükemmelce desteklenme temelinde davranacaklardır.
“Sınırlı nükleer savaştan” bahsetmek de facto soyut ve gerçeklikten kopuk bir sisteme çoktan dâhil olmaktır. Daha betimleyici bir dil kullanmak, kendi içinde, bunu değiştirmez. Aslında, tüm kavramsal sistemin soyutluğu betimleyici dili tali bir nokta kıldığını demeye varıyor dilim. “Sınırlı nükleer savaşa” dair tartışmada, örneğin, “sert hedeflere yönelik karşı kuvvet saldırısında tali zarar sınırlı tutulabilir” demek yerine, bir stratejik analist daha az soyut olan sözcükler kullanmalıdır – misal, şöyle deseydi “onların füze silolarını hedef alan füzeler fırlattığımızda, patlamalar on milyon kadın, erkek ve çocuğun bir anda kitlesel olarak imha edilmesine, bunun kadar milyonlarca daha insanın uzun sürecek hastalıklara, acılar çekmesine ve sonunda da ölmesine neden olur”, biraz fark edebilirdi. İkinci cümlenin insanın ağzından dökülmediği ve ya kişinin bilincinde o kadar kolay belirlemediği doğrudur. Ama aynı zamanda “sınırlı nükleer savaş” hakkında konuşma becerisi, “sınırlı nükleer savaş” teriminin gerçek dünyada vuku bulabilecek olaylardan daha çok soyut bir kavramsal sisteme atıf yaptığı gerçeğinden kaynaklandığı, bence, çok değilse bile, bir o kadar doğrudur. Aslında, modelin arkasındaki somut insani gerçeklik hakkında düşünmek için gerek yoktur; önemli olan sistemin kendi iç mantığıdır.[43]
Soyutlamanın sadece sözcüklerde değil aynı zamanda tüm kavramsal sistemin kendi karakteristiği olduğunun farkına varmak insan hayatlarıyla bağlantılı kalabilmekte çektiğim sıkıntıyı anlamamda yardımcı oldu. Ama hala bir parça eksik kalıyor. Örneğin, aşağıdaki paragrafı anlamlandırmak nasıl mümkün oluyor? Parça, ABD ve SSCB’nin saldırı silahlarını revize ettikleri bir senaryonun (“A Rejimi”) tartışmasından alınmıştır. Senaryoya göre, MIRV füzeleri yasaklanmış, tek savaş başlıklı füzelerin (Midgetman, Ç.N. cüce adam) kullanıldığı ve savunma kalkanının (ya da daha bilinen adıyla “Yıldız Savaşları” ya da SDI (Ç.N. Stratejik Defense Initiative, Stratejik Savunma İnisiyatifi)) olmadığı bir rejim uygulanmaya başlamıştır:

A Rejimi’nin stratejik dengeyi her iki tarafın da ilk saldırıyı yapma saikının elinden alındığı temelleri üzerinde oturur. Düşman silolarından bir tanesini yok etmek için takriben iki savaş başlığı gerekeceğinden, saldırıyı yapan, düşmanın bir füzesini yok etmek için iki tane füzesini harcamak zorundadır. İlk saldırıyı yürütmek, saldıranı silahsızlandıracaktır. Taarruz eden mütecaviz, saldırıyı yiyenden daha yoksun konumda olacaktır.[44]
            “Taarruz eden mütecaviz, saldırıyı yiyenden daha yoksun konumda olacaktır”? “Saldırıyı yiyen” ülke Hiroşima’ya atılan bombadan on ile yüz kat daha güçlü, farz edelim, bin füzenin yarattığı patlamalarla harap edilmiş ve ülkesine hiç dokunulmamış olan mütecavizin durumu nasıl “daha yoksun konumda oluyor”? Bunu düşünmek nasıl mümkün oluyor? Soyut dil ve düşünme bile yeterli bir açıklama vermekte yeterli gözükmüyor.
            Feministlerin her disiplin dâhilinde kuramlara yönelttiği soruyu kendime sorduğumda nihayet “bunu anlamlandırabildim”: Referans noktası nedir? Kim (ya da ne) buradaki öznedir?
            Diğer disiplinlerde, “insanın var oluşunun evrenselliğine” dair teorilerde referans noktasının aslında beyaz adam olduğu ile sıkça karşılaştık. Teknostratejik diskurda, referans noktası beyaz adam değil, hatta genel olarak insan bile değil; silahların ta kendisi. Böylece mütecaviz, saldırıyı yiyenden daha yoksun konumda oluyor çünkü daha az silahı kalıyor; insan faktörü kazanç ve kayıp hesaplamalarında etkisiz eleman.
            “A Rejimi’nde” ve stratejik söylemin tamamı dâhilinde, “saik” kavramı stratejik paradigmanın öznesinin silahlar olduğu hakikati ile aynı şekilde çarpıtılıyor. İlk saldırı saikı “hayatta kalan” silah sayısının matematiksel hesaplarına göre var ya da yok. Yani, bir nükleer savaş başlatma saikı ne gibi siyasal ya da askeri amaçlara hizmet edeceği değil de, bunun yerine silah sayısı açısından son kertede en fazla silaha sahip olan adam olduğundan emin olma hedefi ile tartışılıyor. Bu yüzden, MIRV füzelerinin stratejik dengesizlik yarattığı sıkça ifade ediliyor çünkü bu füzeler size “ilk saldırı yapma saikı sağlıyor.” Düşmanın her füzesi için iki savaş başlığının kullanılmasını hesaplayarak, on savaş başlığı ile bir MIRV füzesi, teoride, silolarındaki beş düşman füzesini yok edebilecektir; kendininkilerden kullandığından daha fazla düşmanınkini yok edebiliyorsun. Rakamlar oyununu kazanıyorsun. Ayrıca, teorik olarak onların daha az MIRV füzesi kullanarak seninkilerden çok fazlasını götürebilecekleri için – bu yüzden, ticarette dedikleri gibi, “kullanasın ya da kaybedesin.” Birçok stratejik analist siyasal gerilimin yükseldiği dönemlerde, savaşın önlenemez gibi gözükmeye başladığı anlarda, bu kombinasyonun “ilk saldırı saikını” neredeyse karşı konulamaz kılmasından korkuyor.
            Nükleer savaş başlatma saikı, silahların belli bir konfigürasyonu ile silahların varsayımsal matematiksel etkileşiminden doğmaktadır. Saik çok dar olarak tanımlanabilir çünkü teknostratejik paradigmada kastedilen nesneler ve kavramlar silahlardır – insan hayatları, hatta devletler ve devlet gücü bile değildir.
            Stratejik paradigmanın öznelerinin silahlar olmasının bazı önemli imaları var. İlkin ve belki de en kritik olarak, silahlar hakkında konuşmak için tasarlanmış bir dili kullanırken insan ölümü ya da toplumları hakkında konuşmanın en basit yolu bile yoktur. İnsan ölümü basitçe “tali zarar” olur – silahın ta kendisi olan gerçek özneye nazaran tali. İkinci olarak, insan hayatları referans noktası değilse, bu dilin içinde insanlar hakkında konuşmak sadece imkânsız değil, aynı zamanda paradigmadan insani kaygıları yansıtmasını istemek de bir şekilde gayri meşru oluyor. Böylece, stratejik analizin hissiz dilini yarabilecek sorular ve insani koşullara dair meseleleri öne sürmek kolayca göz ardı edilebiliyor. Kimse soruların önemsiz olduğunu iddia etmeyecektir, ama sorulması uzmanlık dışı, profesyonel olmayan, eldeki işle alakasızdır. Uzmanlar arasındaki söylem sızdırmaz şekilde yalıtılmıştır.
            Sorun, o zaman, dilin sadece dar olması değil aynı zamanda konuşanları tarafından eksiksiz ve ya – başka her hangi bir hakikat ve bilgiden bağımsız olarak var olan bir doğrular kümesini temsil eden – kendi içersinde bütünlüklü olarak görülmesidir. Bu teknik bilginin sosyal ve ya psikolojik ve ya etik düşünceden ya da histen ayrılması meşru ve gerekli olarak görülüyor. Sonuç ise savunma uzmanlarının belli siyasal varlıkları, insanları ve onların yaşam tarzlarını koruması gereken silahlardan, silahların gerçekten bunu yapıp yapamayacağını ya da bunu yapmanın en iyi yolunun silahlar olup olmadığını, ya da güya korumakta olduğunuz varlıklara zarar bile verip vermeyeceklerini sormadan konuşabilmeleridir. Konuştuğum adamlar bunların geçersiz sorular olduğunu söyleyenler değildir. Onlar, gel görelim ki, bunların ayrı sorular olduğunu, yaptıklarının ve uzmanlık alanlarının dışında sorular olduğunu açıkça diyorlar. Yani yaptıkları tartışmalar oldukça bağımsız gidiyor, sanki kendi kendilerine bir yaşam sürdürüyor gibi, hizmet etttikleri var sayılan işlevlerden ve değerlerden kopuk olarak.
            Son olarak, görünüşe göre bu söylemin nasıl güvenliğin sağlanacağı sorusuna verilen tek meşru yanıt formuna dönmüş olması üçüncü sorundur. Eğer silahlara dair dil tartışma içinde rekabet halinde bir ses olsaydı, ya da başkalarıyla bütünleşen bir dil olsaydı, stratejik paradigmada kastedilen nesne ve kavramın sadece silahlar olduğu gerçeği çok dikkate değmezdi. Ama barışın sağlanmasıyla ilgilenenlere sunulan tek dilin ve uzmanlığın silahlar dışında hiçbir şeye atıf yapmadığını fark edince, dilin sınırları şok edici hale geliyor ve tuzağa düşürücü özellikleri – bir defa dile alışınca, insani kaygılarla irtibat halinde kalmayı çok zor hale getiren yolları – daha kavranabilir oluyorlar. 

Sahne 4: Terör
Savunma uzmanlarının dünyasına yeni gelen biri olarak, hoş ve takdire şayan erkeklerin darağacı esprilerinden, kahve makinesinin yanında ayakta yaptıkları muhabbet sırasında sıkça dünyayı hava uçuran insanın kanını donduran sıradanlığından kesintisiz ürküyordum. Aynı zamanda konuştuklarını duyuyor – kısaltmaları ile üstü örtük deyişleri dinliyor ve soyutlamalar ile imgelemi işitiyor ve bunları kullanırken aldıkları hazzı alıyordum.
            Birkaç hafta içinde, bir zamanlar gözden kaçmayan fark edilemez oldu. Konuşmayı öğrendikçe, perspektifim değişti. Teknostratejik dilin geçirmez duvarlarının artık dışında durmuyordum ve bir kere içine girince, o duvarları daha göremiyordum. Dili konuşurken, onu artık işitemez olmuştum. Ve bir kez onun koruyucu duvarlarının içine girince, çıkmanın zor olduğunu görmeye başladım. Geçirmezlik iki yönlü işliyordu.
            Sadece bir dili öğrenmemiştim: dilin içinde düşünmeye de başlamıştım. Dildeki mevcut sorular benim sorularım haline geldi, dilin kavramları yeni fikirlere verdiğim tepkileri şekillendirdi. Gerçekliğin parametreleri nasıl tanımladıkları bana da aitti. Beyaz Kraliçe gibi, kahvaltıdan önce imkânsız altı şeye inanmaya başladım. Bilinçli olarak, örneğin, “steril karşı kuvvet taarruzunun” gerçekten mümkün olduğuna inandığım için değil, bunun yerine kullandığım girift bazı doktrinsel sorgulama cüzleri yüzünden böyle oluyordu, bir de buna ev sahipliği yapan birçok imkansız şeyle birlikte. [45] 
            Gerçeklik diye bilip tutunduğum şey elimden kayıyor gibiydi. “İlk kullanmama” politikasının yeni bir stratejik temellendirmesi hakkında, örneğin, çok heyecanlanıyordum ve Batı Avrupa’daki güç yapımızın eski haline göre daha üstün olmasının neye tekabül ettiğine dair zaman harcıyordum.[46] Ve bir ya da iki gün sonra birden geri adım atarak, nükleer silahların – ahlaki silahlarını kullanmam yetmez gibi – kullanılmaması için askeri temellendirilmeler yapmaya böylece müdahil olduğum için korkudan donup kalıyordum. Aslında neden bahsettiğim – nükleer saldırının neden olacağı kitlesel yakma ve küle dönüştürme – artık kafamda yer etmiyordu.
            Ya da olağan silah kontrol tarifesine göre sonsuz derecede üstün gözüken bazı öneriler duyabiliyordum. Öncelikle, bu önerilerin nasıl ve neden daha iyi olduğunu kavramaya çaba harcardım ve sonra bu önerilere karşı getirilmiş argümanları çürütmek için bütün yollar üzerinde çalışırdım. Ama sonra, bu iki önerinin çok farklı gözükmesine rağmen, benim yapmak istemediğim varsayımları (yani, ABD ve SSCB arasındaki önlenemez, ebedi çıkarlar çatışması, ya da bir çeşit nükleer caydırıcıya sahip olmanın çekiciliği, ya da nükleer silah yarışını bitirmek yerine “idare etme” hedefi hakkındaki) barındırma konusunda hala ortaklaştığına dair bende şafak sökerdi. İki konumu da birleştiren noktayı görmeye çabaladıktan sonra, gerçekten bir şey başarmış gibi hissederim önce. Ve sonra birden, bu yeni irfanın aslında bu camiaya girmeden önce de bildiğim şeyler olduğunu fark ederim. Görünüşe göre, mutlak olmasa da en azından işlevsel olarak, bunları çoktan unutmuştum.
            Tavşan deliğinden içeri düştüğümü hissetmeye başladım – ve geri yukarı tırmanıp çıkmak da başlı başına bir mücadeleydi.



Sonuçlar

Teknostratejik söylemde ustalaştıktan sonra da dil hakkındaki sorunların bitmediğini söylemek kafidir. Baştan çıkarıcılığı hala çok fazla. Oğlanları kendi oyunlarında yenmek için görünüşte birçok çeşitli yol bulabilirsiniz; onların kendi rasyonalite tanımlamaları içinde dahi, nükleer kuvvetlerin geliştirilmesi ve yerleştirilmesi sürecinde vuku bulan çoğu şeyin nasıl çılgınca irrasyonel olduğunu gösterebilirsiniz. Dostlarınızı ve iş arkadaşlarınızı aslında içerde ne çeşit şeyler olduğu hakkında hastalıklı bir mizah taşıyan hikâyelerle de etkileyebilirsiniz. Bunda inanılmaz bir haz var, özellikle de dışarıda bırakılmış, bunun gerçekten de boyumuzu aştığını ve idareyi ele almış yardımsever babacan erkeklere bırakmamız söylenen bizler için.
            Ama hazlar derine indikçe, tehlikeler de artıyor. Savunma uzmanlarını kendi oyunlarında mat etmeye çalışma aktivitesi, sizi onların kuralları içinde düşünmeye getiriyor, paradigmaları hakkında konuşulmayan tüm varsayımları sessizce kabul ederek. Kavramlar diktatörlüğünün tebaası haline geliyorsunuz. Dil, düşünce kategorilerinizi şekillendiriyor (misal, “iyi huylu bomba” ya da “kötü huylu bomba” oluyor, ama ille de bomba oluyor bombasız olmuyor) ve dil hayal gücünüzün sınırlarını tanımlıyor (bir silahın bir yere yerleştirilmesini engellemek için bir yol düşünmek yerine “asgari ölçüde dengeyi bozacak şekilde füzeyi yerleştirmeyi” hayal etmeye çalışıyorsunuz).
            Yine de, dildeki meseleler bir şekilde bana daha az canlı ve merkezi geliyordu artık. Burada tasvir edilen deneyimlerden çıkan sorulardan bazıları hala önemli, ama diğer sorular solup gitti ve yeni sorular tarafından aşıldı. Bu sorular “içerden biri”, tam da “içerden birinin” soracağı sorular olmasa da, olmadan, içerdeki konumun sağladığı perspektif ve bilgiye ulaşma imkânı olmadan soramazdım. Birçok soru artık daha pratik – hangi bireyler ve kurumlar gerçekten nükleer silahların bitmez “modernizasyonu” ve yayılmasından sorumludur? Bu kurumların ve şahısların düşünmesinde teknostratejik rasyonalitenin oynadığı asıl rol nedir? Makul, gerçekten savunmaya yönelik bir “savunma” politikası neye benzerdi? Diğerleri ise daha felsefi sorular. Savunma uzmanlarının kendi düşünme sistemlerinde iddia ettikleri rasyonalite ve “realizmin” doğası nedir? Rasyonalite iddialarının gayri meşruiyetinin gösterebileceği çeşitli zeminler nelerdir?
            Benim dile odaklanmaktan kendim uzaklaşmam oldukça tipik. Bu dünyaya yeni giren diğerleri bana bundan bahsettiler, en başta en çarpıcı gelen soyut tartışmalar ne kadar soğukkanlı olsalar da, “kısa süre içinde “bunları aşıyorsunuz” – duymamaya başlıyorsunuz, sizi rahatsız etmeyi kesiyor, normalleşiyor – ve dilin kendisinin sorun olmadığını görmeye başlıyorsunuz.”
            Fakat bu ilk izlenimleri göz ardı etmek bir hata olurdu diye düşünüyorum. Bize zihnin militarize olmasına dair bir şeyler öğrenmemize yardımcı olabilirler ve bunlar, bence, daha adil ve barışçıl bir dünya yaratmanın peşindeki feminist araştırmacılar ve aktivistler için önemli imalar barındırıyorlar. 
            Zihnin militarize olmasının mekanizmaları dili hem dinlerken hem de dili konuşmaya öğrenmeye çalışırken ortaya çıkıyor. Dinlemek, nükleer stratejik analiz dünyasına katılmanın – tüm silah ve stratejinin sebebinin insan bedenlerini yaralamak olan – askeri faaliyet ayağı ile karşılaşmayı aslında gerektirmediği açık hale geliyor.[47] Aslında, Elaine Scarry tarafından da işaret edildiği gibi, askeri zihniyete katılım onunla karşılaşmayı gerektirmiyor ve bilhassa bu gerçekliğin sese bürünmemesini talep eder.[48]
            Nükleer uzmanların söylemini dinlemek “düşünülemezi düşünmeyi” mümkün kılarak, nükleer silahların yaygınlaşmasını yeşerten kurumlarda çalışarak, yaşamını idame ettirmek için milyonlarca insanın kitlesel katliamını planlayarak bu amaca hizmet eden kültürel temelli ve kültürel olarak kabul edilebilir mekanizmalar serisini ortaya çıkarıyor. Soyut, steril ve örtük deyişlerle dolu olan dil; seksi ve kullanışı eğlenceli olan dil; kastedilen nesnelerin ve kavramların silahlar olduğu bir paradigma; kitlesel yok etme güçlerini ehlileştiren ve içini boşaltan imgelem; hissedilir ve hissedilemez varlıkları ters düz eden, ölüm ile doğumu ve yaratılışı ve kıyameti birleştiren imgelem – tüm bunlar kişinin konuştuğu gerçeklikten ve kişinin söylem üzerinden yarattığı gerçeklikten radikal olarak kopmasını mümkün kılan parçalardır.[49]
            Dili konuşmayı öğrenmek düşünmenin ne kadar soyutlaşabileceğini, bağlamdan kopmuş kısımlara daha odaklanabileceğini, insanların hayatta kalması yerine, silahların hayatta kalmasına daha da eğilebileceğine dair bir şeyler ortaya çıkarıyor. Yani, militarizasyon süreci hakkında ve bu sürecin erkek ya da kadın, şahin ya da güvercin fark etmez, nasıl geçirildiğini dair bazı şeyleri ortaya seriyor.
            Sıkça teknostratejik dili öğrenme eylemi ek bir süreç olarak anlaşılır: yeni bir kelime haznesi edinirsiniz; sınırsız sayıda kısaltmaları deşifre etmek ve kullanmak için refleks kazanırsınız; özelleşmiş dilin içerdiği yeni malumatı kazanırsınız; “stratejik düşünmenize” izin verecek kavramsal araçlar eklenir. Bu ek süreç görüşü savunma uzmanlarının kendilerinin tarafından tutuluyormuş gibi gözükür; bir tanesinin bana söylediği gibi, “Tartışmaların çoğu teknik terimler içeriyor – bunları öğren ve sonra alakalı olup olmadığına karar ver.” Bu görüş aynı zamanda, sahayı içerden değiştirmeye çabalayan akademisyenler ve profesyoneller olsun, kamu yararı için lobi yapanlar ve eğitim örgütlerinden gelenler olsun, ya da bazı feminist antimilitaristler olsun, kendilerini nükleer karşıtı olarak görenler tarafından da taşınıyor gibi gözüküyor.[50] Bazıları nükleer politikamızın irrasyonellik ile kalbura döndüğünü ve fark yaratabilmek için makul ve iyi geliştirilmiş argümanlara oldukça fazla yer olduğuna inanıyor; diğerleri, teknik malumatın çok önemli olduğuna inanmasalar da, dilde ustalaşmanın gerekli olduğuna inanıyorlar çünkü en basitinden dil olmadan kamusal meşruiyet kazanmanın zor olduğunu düşünüyorlar. Her iki durumda da, uzman dilini ve bilgisini kazandıktan sonra bir sonraki adıma geçme fikri var.
            Fakat bu makale boyunca savunduğum iddiaya göre dili öğrenmek ek bir süreç değil, tam da dönüştürücü bir süreç. Dili öğrenmeyi tercih ettiğinizde yeni bir düşünce biçimi kazanıyorsunuz – sadece nükleer silahlar hakkında bir düşünce biçimi değil, aynı zamanda, de facto olarak, askeri ve siyasi iktidar hakkında ve insanın amaçları ve teknolojik araçlara dair ilişki hakkında. 
            Böylece, ABD’nin nükleer politikasını tehlike bir şekilde yanlış yönlendirildiğini düşünenler ciddi bir ikilemle karşı karşıymış gibi gözüküyor. Dili öğrenmeyi ret edersek eğer, seslerimizin “siyaseten alakadar” düşünceler dizgesinin dışında kalması adeta garantilenecektir. Ama dili öğrenirsek ve konuşursak, diyebileceklerimizi sadece şiddetle sınırlamayacak aynı zamanda düşüncelerimize dönüşümü, militarizasyonu da davet etmiş olacağız.
            Bu ikilem için hiçbir çözüm önerim yok, ama şartlarını yeniden formüle etmek için birkaç fikir sunmak isterim. İlk olarak, dili öğrenme stratejisini benimsemenin içindeki zımni varsayımı kabul etmek önemlidir. Dili öğrenmenin ve konuşmanın bize meşru olarak tanınan bir ses vereceğini ve daha fazla siyasal etki kazandıracağını ön gördüğümüz vakit, nükleer silahların geliştirilmesi ve yerleştirilmesi kararlarının verildiğini kriterleri ve akıl yürütme stratejilerini bu dilin kendisinin gerçekten ifade ettiğini var sayıyoruz. Bunun büyük bir illüzyon olduğunu düşünüyorum. Bunun yerine, teknostratejik söylemin daha çok bir cila, bu kararlara dair asıl nedenlerin saklandığı ideolojik bir perde gibi işlev gördüğünü öne sürmek istiyorum. Kararları oluşturacak bilgi sunmak ve kararları şekillendirmekten öte, sıkça düpedüz başka nedenlerden dolayı ortaya çıkmış siyasal sonuçları meşrulaştırma işlevi görüyor. Eğer bu doğruysa, teknostratejik diskuru kullanarak elde edeceğimiz siyasi getirilerin ölçeğinde potansiyel sorunlar ile içkin bedelleri dengeleyip dengeleyemeyeceğine dair çok ciddi sorular ortaya çıkıyor.
            Tabi ki, aramızdan kimsenin dili öğrenmemesini önermiyorum. Antimilitaristlerin arzuladığı hedeflere ulaşmada bu dilin uygun olduğuna inanmıyorum ve aynı zamanda da, bir kere ben de dili öğrenme deneyimini yararlı ve zahmete değer buldum (her ne kadar bazı zamanlar travmatik olsa da). Bu dili öğrenmeyi tercih edenlerimiz için ise; bence, sorun bu bilgiyi nasıl kullanacağız?
            Bu dili öğrenmek ile önümüze çıkan en ilgi çekici seçeneklerden biri ise savunma uzmanlarının nükleer meselelere dair söylem üzerindeki tahakkümünün meşruiyetini sarmak için bir temel sunmasıdır. Planladıkları senaryolarının soğukkanlı ve insanlık dışı olmalarından mütevellit savunma uzmanları eleştirildiklerinde, verdikleri yanıt ile rasyonalitenin yüksek zemininde olduklarını iddia ediyorlar; nükleer silahların var oluşunun nesnel ve realist olduğu yanıtı verenler bir tek onlar. Nükleer statükoya radikal olarak muhalefet edenleri irrasyonel, gerçekçi olmayan ve aşırı duygusal olarak resmediyorlar, kendi inatçı profesyonellikleri aksi olarak kullandıkları pejoratif tanım ise “idealist aktivistler”. 
            Meşruiyet iddialarının çoğunluğu, o zaman, teknik uzmanlıktan ve nesnelliklerini tehdit edebilecek duygusal değerlerden disiplinli bir şekilde arınmalarından doğan objektivite iddialarıdır. Ama eğer bu söylemin yüzeydeki – soyutlamalar ve teknik jargon – bu önermelerimi ilk başta destekler gibi gözüküyor, yüzeyden daha aşağı bir bakış ise desteklemiyor. Orada homoerotik uyarılma, heteroseksüel tahakküm, yeterlilik ve ustalık dürtüsü, elit ve ayrıcalıklı bir grubun üyesi olmanın zevkleri, ruhban sınıfına dâhil olmanın nihai önemi ve anlamı, dünyaların sonunu getiren Ölüm olmanın titreten iktidarının akıntılarını buluyoruz. Bunları nasıl oluyor da serinkanlı nesnelliğin kusursuz bir numunesi olarak tutmamız mümkün oluyor?
            Burada “nesnelliği” epistemolojik bir hedef olarak koymayı tartışmak ya da hüküm geçirmeği dilemiyorum. Basitçe savunma uzmanlarının söylemlerinin ve projelerinin kirlenmemiş rasyonalitesine dair meşruiyet iddialarının kendi kıstaslarına göre başarısız olduğunu ortaya koymak istiyorum. Stratejik söylemin rasyonalite iddialarını yapıbozumuna uğratmak, o zaman, kendi içinde ve dışında, nükleer politika hakkındaki kamusal tartışmanın tek meşru dili olarak hegemonyasını sarsmak için önemli bir yoldur.
            Feministler ve daha adil ve barışçıl bir dünya arayışı içinde olan diğerleri, olarak bizim önümüzde bir çift görev duruyor – çok yakından ilişkili olan yapıbozumu projesi ile ikame edici yeni bir söylem inşası projesi.[51] Yapıbozumu projemiz teknostratejik söylemi yakından incelemeyi ve parçalara ayırmayı gerektiriyor. Militarize erilliğin ve bağlamından koparılmış rasyonalitenin baskın sesi kültürümüzde çok çıkıyor, diğer seslerin duyulması, eril sesin ne işiteceğimizi ve dünyayı nasıl adlandırdığımızı tanımlama gücünün bir kısmını kaybedene kadar – o eril ses meşruiyetini kaybedene kadar – zor olmaya devam edecektir.
            İkame edici yeni söylem inşa görevimiz muhtemel gelecekler için alternatif ve ikna edici vizyonlar yaratma görevidir, rasyonalitenin alternatif kavramsallaştırmalarını geliştirmek ve tanımak görevidir, zengin ve hayal gücü yüksek alternatif – birbiriyle kuracağı diyalogun işte bu gelecekleri icat edeceği muhtelif ve çeşitli – sesleri yaratma görevidir.

Nükleer Çağda Psikolojik Çalışmalar Merkezi
Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi
Çeviren: Bilgesu Sümer

Dipnotlar:

[1] Thomas Powers, "How Nuclear War Could Start," New York Review of Books (1985), 33.
[2] George Kennan, "A Modest Proposal," New York Review of Books (1981), 14.
[3] Savunma uzmanlarının meslektaşları yerine genele yazmaları nadirdir, ama Harvard Üniversitesi’nden bir gurup savunma analisti yakın zamanda ilginç bir istisnaya imza attı. Çıkardıkları iki kitapta nükleer silahlarla yaşamanın çözülmesi gereken bir sorundan daha çok rasyonel olarak idare edilmesi gerektiğine dair konumları açıkça ifade ediliyor. Albert Carnesale ve the Harvard Nuclear Study Group, Lining with Nuclear Weapons (Cambridge, Mass.. Harvard University Press, 1984); ve Graham T. Allison, Albert Carne­sale, ve Joseph Nye, Jr., editörler., Hawks, Doves, and Owls: An Agenda for Avoiding Nuclear War (New York: W. W. Norton & Co., 1985).
[4] Feministlerin toplumsal cinsiyet ve dil üzerine yaptıkları çalışmalara yararlı bir giriş olarak bakınız, Barrie Thorne, Cheris Kramarae, ve Nancy Henley, editörler, Language, Gender and Society (Rowley, Mass.: Newbury Publishing House, 1983); ile Elizabeth Abel, editör, Writing and Sexual Difference (Chicago: University of Chicago Press, 1982).
[5] Batı’daki baskın rasyonalite kavramının feminist eleştirileri için bakınız, Nancy Hartsock, Money, Sex, and Power (New York: Longman, 1983); Sandra Harding ve Merrill Hintikka, editörler, Discovering Reality, Feminist Perspectives on Epistemolagy, Metaphysics, Methodology and the Philosophy of Science (Dordrecht: D. Reidel Publishing Co., 1983); Evelyn Fox Keller, Reflections on Gender and Science (New Haven, Conn.: Yale University Press, 1985); Jean Bethke Elshtain, Public Man, Private Woman. Woman in Social and Political Thought (Princeton, N.J.: Princeton University Press, 1981); Cenevieve Lloyd, The Man of Reason: "Male" and "Female" in Western Philosophy (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1984), özellikle yararlı bibliografik bir makale içeren; Sara Ruddick, "Remarks on the Sexual Politics of Reason," Women, and Moral Theory içinde, editör, Eva Kittay and Diana Meyers (Totowa, N. J.: Rowman & Allanheld, basım aşamasında). Toplumsal cinsiyet ve savaşa dair artmakta olan feminist çalışmaların bazıları açıkça rasyonalite eleştirileriyle ilişkilidir. Bakınız, Virginia Woolf, Three Guineas (New York: Harcourt, Brace, lovanovich, 1966); Nancy C. M. Hartsock, "The Feminist Standpoint: Developing the Grounds for a Specifically Feminist Histor­ical Materialism," içinde, Harding and Hintikka, editörler, 283-310, ve "The Barracks Community in Western Political Thought: Prologomena to a Feminist Critique of War and Polities," Women and Men's Wars, içinde, editör, Judith Hicks Stiehm (Oxford: Pergamon Press, 1983); Jean Bethke Elshtain, "Reflections on War and Political Discourse: Realism, Just War and Femin­ism in a Nuclear Age," Political Theory 13, sayı: 1 (Şubat 1985): 39-57; Sara Ruddick, "Preservative Love and Military Destruction: Some Reflections on Mothering and Peace," Mothering Essays in Feminist Theory, içinde, editör, Joyce Trebilcot (Totowa, N.J.: Rowman & Allanheld, 1984), 231-62; Genevieve Lloyd, "Selfhood, War, and Masculinity," Feminist Challenges içinde, editör, E. Gross and C. Pateman (Boston: Northeastern University Press, 1986). Çalışmama doğrudan ilham olmuş, toplumsal cinsiyet ve savaş hakkında geniş ve değerli bir literatür de var, bakınız, örneğin, Cynthia Enloe, Does Khaki Become You? The Militarization of Women's Lives (Boston: South End Press, 1984), Stiehm, editör; Jean Bethke Elshtain, "On Beautiful Souls, Just Warriors, and Feminist Consciousness, " içinde, 341-48; Sara Ruddick, "Pacifying the Forces: Drafting Women in the Interests of Peace," Signs: Journal of Women in Culture and Society 8, sayı: 3 (Spring 1983): 471-89, ve  "Drafting Women: Pieces of a Puzzle," Conscripts and Volunteers, Military Requirements, Social Values, and the All-Volunteer Force, içinde, editör, Robert K. Fullinwider (Totowa, N.J.: Rowman & Allanheld, 1983); Amy Swerdlow, "Women's Strike for Peace versus HUAC," Feminist Studies 8, sayı: 3 (Güz 1982): 493-520; Mary C, Segers, "The Catholic Bishops' Pastoral Letter on War and Peace: A Feminist Perspective," Feminist Studies 11, sayı: 3 (Güz 1985): 619-17.
[6] “Teknostratejik” terimini teknolojik ve stratejik nükleer düşüncenin birbirine geçmiş ve ayrılamayan doğasını temsil etmesi için uydurdum. İlk neden olarak, stratejik düşüncenin, siyasi düşünceye ya da “stratejik” olarak ayrı tutabileceğimiz başka ve bağımsız paradigmalara göre değil de, teknolojik değişimlere göre değişiyor olarak görünmesidir. (Bu nokta da, bakınız, Lord Solly Zuckerman, Nuclear Illusions and Reality [New York: Viking Press, 1982]). Daha da önemlisi, stratejik teori, sadece teknolojik nesnelere dayanmıyor ve bir yanıt olarak temeli değişmiyor, aynı zamanda bir çeşit düşünmeye, meselelere bakma yöntemine de dayanıyor – formel, matematik modelleme, sistemler analizi, oyun teorisi, lineer programlama tam da teknolojinin bir parçasıdır. Bu yüzden “teknostratejik” terimini nükleer stratejik dilin teknolojiyle alakadar olan düşünme şekilleriyle telkin edildiğinin, hakikaten bu şekillerden inşa edildiğinin derecesini belirtmek için kullanıyorum.
[7] Füzyon bombalarının oransal olarak daha az radyoaktif serpinti taşıması, Atom Enerjisi Komisyonu Başkanı Lewis Strauss’un 1936 yılında hidrojen bombaları testinin “sadece askeri bir bakış açısından değil aynı zamanda insani bir açıdan da” önemli olduğunu açıklamaya götürdü. Hiroşima ve Nagazaki’yi yok eden bombalardan bin kat daha güçlü olduğu test edilmesine rağmen, oransal olarak daha az serpintinin ortaya çıkması, görünüşe göre, sadece nezih olmakla kalmayıp aynı zamanda insani sıfatını da kazandırmışa benziyor. Lewis Strauss’a atıf yapılan kaynak: Ralph Lapp, "The 'Humanitarian' H-Bomb," Bulletin of Atomic Scientists 12, sayı: 7 (Eylül 1956): 263.
[8] Bu özel örneği düz anlamıyla alıp alamayacağımızı tam olarak bilemeyeceğimizi belirtmeliyim: ABD’nin nükleer hedef listesi, tabi ki, gizlidir. Atıf yapılan savunma uzmanı, buna rağmen, bu listeye en az yirmi yıl boyunca ulaşabilmiş bir adamdır. Bu adam aynı zamanda düşüncelerinde ve konuşmalarında dikkatli ve nettir, bu yüzden kullandığı tabirin bir çarpıtma olmadığını, gerçek anlamında hedef olmasalar da, “ayakkabı fabrikalarının” bir hedef kategorisini net olarak temsil ettiğini düşünmenin mantıklı olduğunu var sayıyorum. Ayakkabı fabrikaları, silah sistemlerinin kendisi dışında, birçok “askeri hedeften” biri olabilir; çünkü bir ordunun postallara ihtiyacı olduğu için askeri bir hedef olabilir. Nükleer savaşın, piyadelerin postallarını giyip meydana çıkmasını gerektirecek kadar uzun sürme olasılığı inandırıcılık limitlerini zorluyor gibi gözükebilir ama bu akıl yürütme nükleer hedefler arasında olmadığını varsaymak için yetersizdir. Nükleer hedefleme ve stratejik planlama, genel anlamda, “konvansiyonelleşme” sıkıntısı çekmektedir – planlamacıların nükleer silahların savaş sanatını değiştirdiği şekillere tamamen teslim olmak yerine, eski ve tanıdık terimler içeren “konvansiyonel” savaşı düşünme eğilimi taşımasından doğan sıkıntı anlamına gelir. Cinayetten bahsetmekten kaçınmak konusunda, savunma camiası Dış İşleri Bakanlığından çok daha ileridir. 1984 yılına kadar Dış İşleri, müttefik ülkelerdeki insan hakları statüsü hakkındaki resmi raporlarda “öldürme” kelimesini, “cinayet” kelimesini hele hiç, bir daha kullanmayacağını açıkladı. Yeni terim “haksız ya da keyfi olarak yaşam hakkını elden alma” oldu (New York Times, Şubat 15, 1984, Quarterly Review of Doublespeak 11, sayı 1 [Ekim 1984]: 3).
[9] “Kiloton” patlayıcı tahrip gücünün ölçüsüdür, bin ton TNT kullanılarak elde edilebilecek enerjiye tekabül eder. Hiroşima’ya atılan atom bombasının yaklaşık 12 kiloton tahrip gücünde olduğu tahmin ediliyor. Bir MX füzesi ise on tane MK 21 geri getirilebilir araç taşımak için tasarlanmıştır ve her araçta W-87 savaş başlığı vardır. W-87 savaş başlığının tahrip gücü 300 kilotondur ama 475 kilotona kadar “yükseltilebilir.”
[10] Teorik olarak MX füzesinin, Sovyetlerin elindeki kara kökenli kıtalararası balistik füzeleri (ICBM) “silahsızlandıran ilk saldırı” dâhilinde teorik olarak “temizleyebilir”, Sovyetlerin böylece karşı saldırı için daha az kıtalararası füzesi kalır ve böylece ABD’nin uğrayacağı tahribat teorik olarak sınırlanacaktır. Fakat geri kalan kıtalararası füzelerle ABD’ye verilebilecek zararı, Sovyet bombardıman uçakları ve denizaltı füzelerini saymıyorum bile, “sınırlı” olarak görmek kelimelerin bir anlamı yokmuşçasına hareket etmektir.
[11] Muhafazakar hükümetin “cerrahi olarak steril” karşı taarruz saldırıları sonucunda ölecek insan sayısı tahminleri oldukça değişiklik gösteriyor. Teknolojik Değerlendirmeler Ofisi 2 ila 20 milyon anında ölümü ön görüyor. (bakınız, James Fallows, National Defense [New York: Random House, 1981], 159.) 1975 yılında Savunma Bakanlığının yaptığı bir çalışma 18,3 milyon ölüm tahmininde bulunurken, ABD Silah Kontrolü ve Silahsızlandırma Ajansı 50 milyon gibi bir sayı tahmine ulaşmıştı (atfın yapıldığı kaynak, Desmond Ball, "Can Nuclear War Be Controlled?" Adelphi Makale Sayı: 169 [London: International Institute for Strategic Studies, 1981]).
[12] Bu tabir Helen Caldicott tarafından Missile Envy. The Arms Race and Nuclear War (Toronto: Bantam Books, 1986) kitabında kullanılmaktadır.
[13] Yabancı olanlar için, “yarma taarruzu yardımcıları”, Kelp bombardıman uçaklarının ya da füzelerinin “düşmanın” savunma sistemlerini, örneğin görünmezlik teknolojisi, frekans kesiciler, ya da sahte hedefleri, aşması için kullanılan cihazları kast etmektedir. Savunma uzmanları camiasında genel olarak “penaid” olarak bilinirler.
[14] General William Odom, "C3I and Telecommunications at the Policy Level," Hususi Makale, C3I: Command, Control, Communications and Intelligence Semineri (Cambridge, Mass.: Harvard University, Center for Information Policy Research, Bahar 1980), 5.
[15] Bu nokta Brian Easlea tarafından fazlasıyla belgelenmiştir, bakınız, Brian Easlea, Fathering the Unthinkable; Masculinity, Scientists and the Nuclear Arms Race (London: Pluto Press, 1983).
[16] Air Force Magazine 68, no. 6 Haziran 1985): 77-78.
[17] A.g.e.
[18] William L. Laurence, Dawn over Zero: The Study of the Atomic Bomb (London: Museum Press, 1974), 198-99.
[19] ABD Hava Kuvvetleri Emekli General T. R. Milton, "Nuclear Virginity," Air Force Magazine 08, sayı: 5 (Mayıs 1985): 44.
[20] İlk yaz programında bir katılımcı olan Margaret Cerullo’ya bu analojinin kullanımını bana ilettiği ve bu konu ve programdaki diğer olaylar hakkında fikirlerini paylaştığı için müteşekkirim. Cerullo’nun yorumu buradaki yoruma oldukça esin olmuştur.
[21] MIRV (multiple independently targetable re-entry vehicles) “farklı hedeflere bomba bırakabilen ama tek bir füzeyle taşınabilen ve geri getirebilir silah sistemi” tabirinin kısaltılmasıdır. MIRV füzeler sadece birden fazla savaş başlığı taşımazlar aynı zamanda farklı hedeflere de bu başlıkları bırakabilirler.
[22] Henry T. Nash, "The Bureaucratization of Homicide," Bulletin of Atomic Scientists (Nisan 1980), E. P. Thompson and Dan Smith, editörler, Protest and. Survive kitabında yeniden basılmıştır (New York: Monthly Review Press, 1981), 159. Nötron bombası, kullanımı ve adlandırılması nedeniyle ortaya çıkan aktif siyasi tartışmalar dolayısıyla dikkate değerdir. Aynı kalibredeki tipik fizyon savaş başlıklarından altı kat daha fazla ani radyasyon yayar fakat daha küçük bir patlamaya neden olur ve daha az ısı ortaya çıkarır. Pentagon’daki planlamacılar Sovyet tank ekiplerini öldürürken teorik olarak tankların yakınlarındaki binaları yok etmediğini için kullanışlı görürler. Tabi ki, binaların yakınlarındaki siviller, bununla birlikte, tank ekiplerini öldürecek olan “arttırılmış radyasyon” ilke birlikte ölecektir. İşte askerlerin yanı sıra sivilleri de öldürürken mülkiyeti koruyan tasarımı yüzünden, bu bombaya antinükleer hareket içindeki insanlar nötron bombasına “nihai kapitalist silah” adını koydular. Fakat, resmi söylemde, nötron bombasına bir silah bile denilmiyor; o bir “arttırılmış radyasyon cihazı.” Nötron bombasını tasarlayanlar, ancak, bu bombayı Ruslar karşısında kullanılacak bir anti-tank personel silahı olarak görmediğini belirtmeye değer. Bunun yerin, düşmanın nükleer silahlara sahip olmadığı yerlerde kullanılabileceğini düşündüler. (Samuel T. Cohen, National Public Radyo’daki geniş röportajında dedikleri Fred Kaplan tarafından bildiriliyor, "The Neutron Bomb: What It Is, the Way It Works," Bulletin of Atomic Scientists [October 1981], 6.)
[23] Duyulur ve hissedilmeyen varlıkları, yani “silahlar ve bedenler arasında deyimleri değiş tokuş eden”, tersine çeviren imgelemin işlevine dair bir tartışma için bakınız, Elaine Scarry, The Body in Pain. The Making and Unmaking of the World (New York: Oxford University Press, 1985), 60-157, özellikle, 67.
[24] Erkeğin, kadından yaşam verme kudretine el koyma arzusu ile ölüm ve bunun erkeklerin savaş eyleme faaliyetinde neye tekabül ettiği hakkında bir tartışma için, bakınız, Dorothy Dinnerstein, The Mermaid and the Minotaur (New York: Harper & Row, 1977). Atom bombası projesindeki erkeğin doğurması imgeleminin daha fazla analizi için, bakınız, Evelyn Fox Keller, "From Secrets of Life to Secrets of Death" (Kansas Seminerinde sunulmuş bildiri, Yale University, New Haven, Conn., Kasım 1986); ve Easlea (dipnot 15), 81-116.
[25] Lawrence’a, Herbert Childs tarafından atıf yapılıyor, An American Genius: The Life of Ernest Orlando Lawrence (New York: E. P. Dutton, 1968), 340.
[26] Feynman telgraftan şurada bahsediyor, Richard P. Feynman, "Los Alamos from Below," Reminiscences of Los Alamos içinde, 1943-1945, editörler, Lawrence Badash, Joseph O. Hirshfelder, and Herbert P. Broida (Dordrecht: D. Reidel Publishing Co., 1980), 130.
[27] Hans Bethe tarafından sarf edilen sözler şöyle aktarılıyor: "Ulam hidrojen bombasının babasıydı ve Edward da annesiydi çünkü bebeği uzun bir süre taşıdı" (J. Bernstein, Hans Bethe. Prophet of Energy [New York: Basic Books, 1980], 95).
[28] MILSTAR sinyal kesintisine dirençli, bununla birlikte “elektromanyetik şoka karşı kuvvetlenmiş kapasite” sahibi bir uydu muhaberat sistemidir. (Bu nükleer patlamanın yaratacağı elektromanyetik dalganın teorik olarak uydunun elektronik aksamına zarar getirmeyeceği anlamına gelir.) MILSTAR uydu sistemi fikrinin oluru ve ahlaki yönü itibariyle ve elektromanyetik şoka karşı kuvvetlendirmek için gereken milyonlarca doların harcanması hakkında, elbette, birçok şey denebilir. En önemli nokta ise bunun ABD’nin “uzatılmış” bir nükleer savaş yürütmesini sağlamak için tasarlanmış bir sistem olmasıdır – elektromanyetik şoka karşı kuvvetlendirmek, ilk füzeler fırlatıldıktan çok sonra da ardı ardına nükleer atışların komutası ve kontrolü için bir kanal olabilmesi sağlamaktadır. Bu fikrin kullanışlılığı da bazı tartışmaları hak etmiş gözüküyor – ilk füzelerin fırlatılmasından sonra kim ve ne bu sistemi kullanarak iletişimi sağlayacak? Ve neden elektromanyetik şoka karşı kuvvetlendiriyoruz ki zaten rakibin bu sistemin işlemesini engellemek için tek yapması gereken onu patlaması yetiyorken, ki bu özellik de kısa sürede teknolojik olarak mümkün olması kesin değil mi? Ama, bahsetmeye bile gerek yok, bu soruların cevapları brifingin bir parçası değildi.
[29] Kız değil, oğlan doğmasına dair endişe şurada yazıyor, Robert Jungk, Brighter Than a Thousand Suns, çeviren, James Cleugh (New York: Harcourt, Brace & Co,, 1956), 197.
[30] Richard E. Hewlett ve Oscar E. Anderson, The New World, 1939/46: A History of the United States Atomic Energy Commission., 2 cilt. (University Park. Pennsylvania State University Press, 1962), 1:386.
[31] Winston Churchill, The Second World War, cilt 6, Triumph and Tragedy (London: Cassell, 1954), 551.
[32] Atıf yapılan yer; Easlea, 130.
[33] Laurence (dipnot 18), 10.
[34] A.g.e., 188.
[35] Holloway ile yapılan 1985 tarihli bir röportajda, Holloway, Sovyet liderleri ile komuta ve kontrol sistemlerinin saldırı ile “başlarının vurulmasının” mantığını açıklıyordu – ve böylece de nükleer savaşın, “büyük patlama” yerine, ulaşım, ikmal depoları ve diğer hedeflerin vurulduğu bir “yıpratma savaşı” olan İkinci Dünya Savaşından nasıl farklı olacağını anlatıyordu (Daniel Ford, "The Button," New Yorker Magazine 61, sayı: 7 [Nisan 8, 1985], 49).
[36] Jungk, 201.
[37] Hisako Matsubara, Cranes at Dusk (Garden City, N.V.: Dial Press, 1985). Atom bombası atıldığında, yazar Kyoto’da çocukmuş. Tasvirleri, hayatta kalanların anlattıklarına dayanmaktadır.
[38] General Robert Rosenberg (Milli Güvenlik Konseyi eski üyesi, Carter başkanlığı sırasında Ulusal Güvenlik Konseyi üyesiydi), "The Influence of Policymaking on C5I," Hususi Makale, C3I üzerine Seminer (Cambridge, Mass.: Harvard University, Center for Information Policy Research, Bahar 1980), 59.
[39] “Kurbanların” ve profesyonellerin (adları değişen) dilleri arasındaki ayrım hakkında açıklamalar getiren iki diğer yazar ise Freeman Dyson ve Glenn D. Hook’tur. Dyson, Weapons and Hope (New York: Harper & Row, 1984) kitabında nükleer silahlara dair mevcut tartışmalar içinde iki dilin olduğunu belirtiyor ve bu dillere “kurbanların” dili ve “savaşçıların” dili adını veriyor. Ortaya çıkan sorunun iki grubun birbirleriyle iletişime geçmelerindeki zorluk olarak görüyor ve böylece birbirlerinin gayet makul endişelerini takdir edemiyorlar. Kitaptaki proje ortak bir dilin arayışıdır ve kitabın iyi olan kısımları genelde sonra doğru. Hook, "Making Nuclear Weapons Easier to Live With: The Political Role of Language in Nuclearization," Journal of Peace Research 22, sayı: 1 (1985): 67-77, makalesinde Camus’ün iki grup olarak “kurbanlar” ve “cellatlar” kullandığı adlandırmayı takip ediyor. Bunları, daha çok ya da az güç sahibi olma konumlarından gelen, birer perspektif olarak isimlendirme konusunda Dyson’dan daha açık davranıyor ve en çok güce sahip olanlar nükleer meseleleri konuştuğumuz terimleri tanımlayabilenler ve bu meselelerde baskın olabilenler olduğunu noktasının altını çiziyor, böylece ne kadar özgür olursak olalım, nükleer silahlardan konuşurken kurbanlarıymış gibi konuşmak yerine sanki kullanıcısıymış gibi konuşurken kendimizi buluyoruz. Her ne kadar analizim, dilin iktidar ilişkilerini yaratma biçimleri ve perspektifi bakımından onunkine benzese de, uzmanların görece olarak nükleer savaştan korkmamasının kaynaklarından birini bulma konusunda Hook’tan farklılaşıyorum.
[40] “Stratejik üçlü” tabirinden kasıt nükleer savaş başlıklarını üç farklı şekilde yerleştirmektir: karada, kıtalar arası balistik füzeler, denizde, denizaltındaki füzelere, ve “havada,” Stratejik Hava Komuta bombardıman uçaklarında. Denizaltılara yerleştirilen füzelerin “dokunulmaz” olduğuna göre (yani, saldırıya maruz kalmayan), gelecekte denizaltıları saptamak ve hedef haline getirmek için güvenilir hiçbir yol olmayacağına göre, birçok yorumcu (çoğu savunma uzmanları camiasının dışından) Deniz Kuvvetlerinin stratejik üçlüdeki ayağı nükleer saldırıya karşılık verebilme kapasitesini sağlamak için bizi her şeye sahip kıldığını öne sürüyor. Denizaltıya yerleştirilen füzelerin yeterli caydırıcılığa sahip olduğu önerisi diğer füze yerleştirme şekillerinin – kıtalararası balistik füzeler ve bombardıman uçakları – savaş zamanında Amerikan topraklarına binlerce nükleer saldırıyı çekecek hedefler olacağını hatırlandığında, özellikle çekici oluyor.
[41] Profesyonel iktidarın yaratılmasında dilin rolüne dair ilginç güncel bir tartışma için, bakınız, JoAane Brown, "Professional Language: Words That Succeed," Radical History Review), sayı: 34 (1986), 33-51.
[42] Stratejik doktrinin gelişmesine dair çok ilginç ve ayrıntılı bir anlatım için, bakınız, Fred Kaplan, The Wizards of Armageddon (New York: Simon & Schuster, 1983); ve Gregg F, Herken, The Counsels of War (New York: Alfred A. Knopf, 1985).
[43] Steven Kull tarafından nükleer stratejistlerle yapılan röportajlar, belli bir seviyede, bazen, bu adamlardan bazılarının kendi modelleri ve gerçek dünya arasında ciddi bir kopukluk olduğunun farkında olduğunu gösteriyor gibi okunabilir. Bu modelleri kullanmaya devam etmelerinin gerekçesi olarak “diğer insanların” (isimsiz, ve sorulsa bile isimlendirilemez) bu modellere inandığını ve bu yüzden önemli bir gerçekliğe sahip olduğunu dile getiriyorlar ("Nuclear Nonsense," Foreign Polity, sayı: 58 [Bahar 1985], 28-52).
[44] Charles Krauthammer, "Will Star Wars Kill Arms Control?" New Republic, sayı: 3,653 (Haziran 21, 1985), 12-16.
[45] “Steril karşı kuvvet saldırısı” mefhumunda olumlanan hedefleme netliğini öne sürmenin aptalca olduğunu bir sürü belirsizlik hakkında mükemmel bir tartışma için, bakınız, Fallows (dipnot 11), bölüm 6.
[46] “İlk kullanmama”, “konvansiyonel” savaşta nükleer silaha ilk başvuran taraf olmamaya bağlılık anlamına gelmektedir. Sovyetler Birliğinin “ilk kullanmama” politikası vardı ama ABD’nin yoktur. Aslında, Batı Avrupa’da konvansiyonel bir savaş olması durumda nükleer silahların kullanılması, Varşova Paktı’nın görece konvansiyonel silahlar ve piyade üstünlüğünün aşılması için bir yol olarak NATO doktrinidir.
[47] Bu noktanın belagatli ve tasvirsel keşfi için, bakınız, Scarry (dipnot 23), 73.
[48] Scarry bu amaca hizmet eden çeşitli mekanizmaların katalogunu çıkarıyor (a.g.e. 60-157). Bu nokta Sara Ruddick tarafından daha da geliştiriliyor, bakınız, “The Rationality of Care,” Thinking about Women, War, and the Military, içinde, editörler, Jean Bethke Elshtain ve Sheila Tobias (Totowa, N.J.: Rowman & Allanheld, basım aşamasında).
[49] Bu söylemin hangi belirli yollardan yeni gerçeklikler yarattığına dair tartışmam projenin “İmparator’un Yeni Zırhı” başlıklı bir sonraki kısmındadır. Ben, birçok sosyal bilimci gibi, post yapısal edebiyat kuramının bakış açısı, metinleri yapısökümüne uğratma ve metinlerin içindeki anlatı otoritesi tartışmasından besleniyorum ve savunma uzmanlarının sosyal pratiklerini ve dilini bu yolda okunacak bir metin gibi görüyorum. Bu literatüre klasik bir başlangıç için bakınız, Josue Harari, editör, Textual Strategies: Perspectives in Post-structuralist Criticism (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1979); ve Jacques Derrida, Of Grammatology (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1976).
[50] Belki bu stratejinin en önemli itici kuvveti Sheila Tobias’dır. Bakınız, "Demystifying Defense: Closing the Knowledge Cap," Social Policy 13, sayı: 3 (1983): 29-32; ve Sheila Tobias, Peter Goudinoff, Stefan Leader, ve Shelah Leader, What Kinds of Guns Are They Buying for Your Butter? (New York: William Morrow & Co., 1982).
[51] Harding and Hintikka, editörler. (dipnot 5), ix-xix, özellikle x.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder